Tazyik (33)
“İçinde yaşadığımız atmosfer, her birimizin sırtına 40.000 okkalık bir kuvvetle bastırıyor; fakat hissediyor musunuz onu?” demiş Yahudi düşünürü Karl Marx. Hepimiz yaşadığımız tarihin şahitleri olarak öleceğiz istesek de istemesek de. Hislerimizle, tepkilerimizle, sözlerimizle, eylemlerimizle… İyi ya da kötü şahitler olup öleceğiz.
“Sıkışma” başlıklı önceki yazımı okuyan dostum Gürhan Korkmaz, Mecelle’den bir kaide yollamış. “Bir iş dıyk oldukda müttesi’ olur." Bu cümle hem bulunduğumuz ahvali ifade etmek bakımından hem de dıyk kelimesinin anlam dünyasına eğilmek açısından bir anahtar olabilir. Öyleyse dostumun mesajını kendime bir işaret bilip ara verdiğim kelime-kavram çalışmalarına tekrar dönmeye çalışacağım.
Kelimeler deyip geçmemek için yazıyorum bunları. Türkçenin varlığında onlar öyle bir yere sahip ki doğrudan bizim varlığımızı koruyorlar desem her şeyi söylemiş olur muyum? Fakat her şeyi bir anda söylemek yeterli olmuyor. Her bir kelimenin üzerine eğilip onların varlığımızla ilişkisini de yeniden hatırlamak gerekiyor.
Hatırlamaya, geniş kelimesinin zıddı olan “dar” ile başlayabiliriz. İnsanlar geniş yollar açıp geniş kapılardan girmeyi seviyorlar. Enikli kapıyı bilen pek yok. İncil, “Dar kapıdan giriniz, zira helake götüren kapı büyüktür, yol geniştir ve ondan girenler çoktur. Hayata götüren kapı ise dar, yol da çetindir. Bu yolu bulanlar çok azdır” diyor.
Bazen darlık, kısır bir işkenceyken bazen de marangozun elindeki işkence aleti gibi yaşam sanatının bir aşaması oluyor. Meşakkatlerle sınanmış nice hayatlar var çevremizde, genişliğe dar köprülerden geçerek ulaşılmış bu hayatlarda, bir şeyin daraldığı zaman nasıl genişlediğini bir kaide olarak değil, gerçeklik olarak izleyebiliyoruz.
Darlık, arkasındaki gerçek görülemediğinde, bir çıkış vesilesi değil, fasit bir daireye dönüşebilir. “Haddini aşan şey zıddına döner” demiş büyükler. Bazı müreffeh aileler, şımarık çocuklarından bahsederken rahatın batmasından söz ederler. Buradaki rahatlık kişiyi şımartan genişliktir. Oradaki genişliğin kötüye götüren bir darlık olduğu çoğu kez fark edilmez. Yine mevcut darlık, bir çıkış idraki oluşturmaz bireyde. Oysa bazı dar gelirli ailelerin çocuklarının yaşadığı zorlukların, onları nimetin kadrini bilmek gibi bir erdeme götürdüğüne şahit olunabilir. İşte burada bizim için kavramlara hangi anlam dünyasından baktığımız önem arz etmekte. Dar nedir, geniş ne?
Gazze uzun zamandır darda yaşayanların şehri, dünyadaki sıkışmış politikaların deney sahası, insanlara vatanlarını dar eden iktidarlara tahammül sınırı… Kendimizi onların yerine koyalım gibi psikoterapik-empatik şeyler gevelemek değil maksadımız. Durum; kendimizi, olanların neresinde gördüğümüz; kendimizi ne olarak gördüğümüzle doğrudan ilişkili. Oraya ve onlara olan sorumluluğumuz, kendimize olan sorumluluğumuzun iz düşümüdür. Oraya bakarak kendimizi, kendimize bakarak orayı anlayabiliriz.
Orada maddi ve manevi tazyik altında verilen mücadelenin fizikî olarak dışında görünen bizler; meselenin insan oluşumuzla, tarihimizle, inancımızla, millet olmaklığımızla, akıbetimizle alakalı olduğunu fark etmek ve bunu birbirimize anlatmak zorundayız. Tahir’in gördüğü işkenceleri, tatar kasapların elinde lime lime edilmesini; Kerem’in kor ateş olup küle dönüşmesini, Hz. Ali’nin Cenklerini anlatanların da inananların da azaldığı bir dünyada yaşıyoruz. Anlatısını yitirmiş insanlar, çocuklarına ancak miras kavgası bırakır.
Dibimizdeki gerçeğe karşı bizi pasif kılıp ilgiyi başka platformlara yönelten küresel bir gözbağcılığı çetesi var. Ortam, anlık imajların patlamasıyla renklenirken, etraf birbiri ardınca açılan elektrikli pencere-ağların efektinde şoklanmış esrarkeş gözlerle dolu. Bu ağlar, sanatkârane danteller gibi örülmüş büyüleyici zincirlerle gözümüzden girerek vücudumuzdaki hangi sinir uçlarını titretmesi gerektiğini biliyor. Bu bir iptila. İnsan, bir av gibi geniş ve çıplak bir sahaya çıkartılıp alabildiğine serbestçe koşturulurken herkes sonsuz liberal platformlarda kendi atını doludizgin koşturarak avcılık yaptığını sanıyor. Av olduğunu fark ettiğinde de iş işten geçiyor. Böyle bir ortamda, malumattan kesinlikle şüphe edilmeli. Bilgi sadece çoklu kaynaklardan karşılaştırmayla değil, tarihin öğrettiği bakışla da sınanmalı.
Gazze’deki insanlar, ne için kiminle karşı karşıya geldiklerinin en üst düzeyde bir bilincine sahipler. Hapsedildikleri daracık yerden yıllardır bunu gördüler. Bu görme, zamanla bir görüşe, fikre dönüştü. Neye, nereden bakmaları gerektiğini onlar bu dar alanda öğrenirken biz görece genişlikte, var olan birkaç sahih görüşümüzü de kaybettik.
Büyük teknolojik imkânlar, fizikî dünyada geniş alanlar açar. Bu imkânlar, her şeyin yapılabileceği yanılsamasıyla insanları büyüler. Oysa ileri teknolojik gücün yok edemediği şey bilinçtir. Düşmanı hırçınlaştıran temel sebep budur. Gazze yerle bir edilse de geniş kanatlarıyla Kudüs’ün üzerinde uçan özgürlük bilinci diridir. İşte dar olanın nasıl geniş bir âleme açıldığını buradaki örnekliğe bakıp görebiliriz.
Bugün bize Türkiye’de istiklalimizi temin eden değerlerden bigâne yaşamanın konforu sunularak kendi gerçekliğimize olan ilgimiz her geçen gün zayıflatılıyor. Sökülen eski beton kalıpların yerine, şeffaf kalıplar geçirilerek anlayış yoksunu, duyarsız, dar kafalı yığınları alabildiğine çoğaltacak bir piyasa ortamı sunuluyor. Orada nitelikler piyasanın taleplerine göre belirleniyor.
Paranın kokusuyla buhurlanmış sarhoş dimağlardan hassasiyet beklemek beyhudedir. Coğrafyamızda olanları, mahalle patırtısı zanneden güruh, patırtının üzerinde; ancak borsadaki kâğıtlarının ne kadar dalgalanacağı nispetinde duruyor.
Böylesi yönelişlerin her toplumda belli oranda olması şaşılası bir durum değil, fakat onun cemiyet hayatımızda hâkim konuma dönüşmesi tam bir felakettir. Kapitalizm, bir milletin bütün değerlerini tahvil edeceği yaşama düzenidir. En geniş imkânları sunar görünüp en temel ihtiyaçlara muhtaç bırakarak yapar bunu.
Mecelle’ye dönersek “Bir iş dıyk oldukda müttesi’ olur.” Yani bir işte zorluk görülünce genişlik gösterilir. Borçlu borcunu vaktinde ödeyemediğinde, faiz işletmek yerine, ona müsaade verirsin, yardımcı olursun. Millet olmanın değer yargılarını kaybedersen darda kalana genişlik göstermez, onu ilk fırsatta boğarsın, boğdurursun.
Mecelle’deki bu kaide, yaşam ilişkilerini tek bu dünyaya hasretmez, asıl ebedi olan hayata yüzümüzü döndürür. “Meşakkat, teysiri celbeder.” Yani darlık vaktinde, genişlik göstermek gerekir. Sadece bu dünyaya yönelmiş bir nazar, buradaki sınırlı çıkar ilişkileriyle daraltır dünyasını. Borçluya mühlet veren, ruhsat veren hatta affedip karzı hasen veren kişi bu dünyanın sınırlarını aşmıştır. Darda olanı genişleterek esasında o kendi dünyasını genişletmiştir.
Şimdi içerisine düştüğümüz bu darlıktan bizi ne kurtaracak? Türkçeden Kur’ân’a, Kur’ân’dan Türkçeye isimli 33. çalışmamızın anahtar kavramı olan “dıyk”a bakalım.
Kubbealtı Lugatı’nda, “Daralma, darlık” olarak verilmiş kelime, Nahl Suresi 127. ayette şöyle geçer:
“Vasbir vemâ sabruke illâ billâhi velâ tahzen ‘aleyhim velâ teku fî daykin mimmâ yemkurûn”
(Ve sabret ve senin sabrın da ancak Allah'ın inâyetiyledir ve onlara karşı mahzun olma ve yapar oldukları hilekârane hareketten dolayı üzüntüye düşme).
Kelime, Mecelle-i Umur-ı Belediyye’de şöyle geçer: “Ticâretin birçok kuyut ve şurut altında icrâsına müsâade olunması, müntesiplerinin dıyk-ı maîşet sâhibi ve pek âciz kimseler olmasını ve onların da ancak kūt lâ-yemut geçinebilmesini intaç ettirmiştir.”
Dıyk-ı maişet, “geçim darlığı”dır. Yukarıdaki örnek cümlede geçen kût lâyemut kavramı da “ancak ölmeyecek kadar, çok darına bir gıda” manasına gelir.
Dayyık kelimesi de aynı kök üzeredir. Dar manasına gelen kelime, kalbe darlık veren gam, fikir ve telaş için de kullanılabilir. Enam Suresi 125. ayette kelime şöyle geçer:
“Femen yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrahu lil-islâm vemen yurid en yudillehu yec’al sadrahu dayyikan haracen keennemâ yessa’adu fî-ssemâi kezâlike yec’alullâhu-rricse ‘alâ-llezîne lâ yuminûn”
(Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslam'a açar, kimi de saptırmak isterse onun göğsünü, (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allah, inanmayanların üstüne işte böyle pislik, sıkıntı çökertir).
Aşçı İbrahim Dede: "Çünkü sefihleri, ahmakları eyyam (günler) mün'im eder (nimetlendirir), yani felek bu ya sefihleri (âdî kimseleri) ashab-ı rütbe (rütbe sahibi) ve mal-dar (mal sahibi) eder, öyle olan kimse dervişin fakirin, dayyık ve dar olan gönlüne minnet yükünü kor."
Sıkışma, daralma manasındaki, tazayyuk kelimesi de aynı kök üzerindedir
Muallim Naci’ye göre tazayyuk kelimesi hem maddiyatta hem maneviyatta kullanılır, mesela vücudun çeşitli organlarının iltihaplanıp daralmaya sebep olmasında kullanılır.
İstiklal Mahkemeleri Zabtı’nda kelime şöyle geçer:
“Davud oğlu Murad’ın Akdağmadeni civarında bir ihtiyarla bir gence ‘Siz asker firarisisiniz’ diye tazayyuk ederek altın bir liralarını aldıktan sonra tahliye ettiklerini…”
“Basınç; zorlama, baskı; sıkıntı verme, zora sokma” manalarındaki tazyik ve çoğulu tazyikat kelimesi de aynı kökten gelen kelimelerdir. . Kelime Talak Suresi 6. ayette şöyle geçer:
“Eskinûhunne min haysu sekentum min vucdikum velâ tudârrûhunne litudayyikû ‘aleyhin ve-in kunne ulâti hamlin fe-enfikû ‘aleyhinne hattâ yeda’ne hamlehun”
(Boşadığınız) O kadınları, gücünüz ölçüsünde oturduğunuz yerin bir bölümünde oturtun ve onları sıkıştır(ıp evden çıkmağa zorla)mak için kendilerine zarar vermeğe kalkışmayın. Şayet gebe iseler, yüklerini bırakıncaya kadar onların geçimini sağlayın).
Kelime Mehmet Âkif Ersoy’un bir mısraında şöyle geçer:
“İlmi tazyik ile talîm, o da bir istibdad...
Haydi öyleyse çocuklar, ebediyyen âzâd!”
Medıyk (mazîk) kelimesi de “darlık, dar yer, boğaz, kasvetli” manasında aynı kök üzeredir.
Ziya Paşa’nın bir beytinde kelime şöyle geçer:
“Düşmüş mazîk-i gamda inler zavallı bir ferd”
Mudıyk (muzıyk) kelimesi: “sıkan, sıkıştıran, darlaştıran” manasındadır.
Halit Ziya Uşaklıgil’de kelime şöyle geçer: “Bu evceğiz sanki bir muzıyk belâ gibi Ahmet Cemil’i eziyordu.”
Dâyık kelimesi Lugat-i Remzî’ye göre “dar nesne ki hudûsîdir, sübûtî değildir.” Yani sonradan ortaya çıkmıştır, kalıcı değildir.
Muzayaka ise “darlık, sıkıntı, müşkülât; geçim sıkıntısı, yokluk, parasızlık” manalarındadır. Kelime Sehî Bey’de şöyle geçer:
“Râzı olmayıp bu beyt sebebiyle kendüyü ol müzâyakadan halâs etmiş.”
Baskıdan, sıkıntıdan kurtulmak her sağlıklı bireyin amacıdır. Fakat bunun birinci yolu, baskının kaynağını doğru tespit etmekten geçer. Bunlar kişinin kendi kendine oluşturduğu içerden kaynaklanan şüpheler, kuruntular mı, yoksa kişiye hariçten onun maddi ve manevi varlığını sıkan bir otoritenin müdahalesi mi?
Filistin’deki tazyik, hem maddi saiklerle insanların topraklarını gasp etmek yoluyla hem de tedhiş yollu morallerini, inançlarını sarsarak onları direnemez duruma düşürmek için manevi baskılarla uzun zamandır devam ediyor.
Meselenin çok yönlü, sistematik baskı boyutunu göremeyenler, şartlar eşitmiş gibi tekil sebepler üzerinden hatalı bir karşılaştırmaya gidiyorlar ve sonucu yanlış buluyorlar. 6 Aralık 1917 günü General Allenby Kudüs’e girerken sadece Osmanlının hâkimiyetini bitirmiş olmuyordu. Osmanlının yerine başka bir hâkimiyet planının aşama aşama uygulamaya girmesi için İngilizler orayı bir müddet elde tutacaklardı. Nihayet 14 Mayıs 1948 günü de son İngiliz Yüksek Komiseri General Cunningham Hayfa Limanı’ndan ayrılırken Filistin’deki İngiliz varlığı görevini tamamlamış oluyordu. Gerisi adıma adım kurdurulacak bir İsrail işgal devleti olacaktı. Yoksa yüz bin İngiliz askerinin Filistin’de düzen kuramamış olması bir başarısızlık değil, düzeni başka türlü tasarlamasıyla ilgiliydi.
9 Nisan 1948’de Kudüs’ün 5 km batısındaki Deir Yasin Köyü’nde iki yüze yakın insanın nasıl katledildiğini Amerikalı ve Fransız yazarların (Larry Collins ve Dominique Lapierre) “Kudüs Ey Kudüs” kitabındaki şu kısa cümleleriyle göstermeye çalışalım.
“Deir Yasin'in başlıca ailelerinden birinin kızı, otuz yaşlarında genç bir kadın olan Halime Eyci şöyle diyor: «Bir adamın doğurmak üzere bulunan yengem Sahliye'nin boynuna ateş ettiğini, kasap bıçağıyla karnını yardığını gördüm.» Bu sahnede hazır bulunan başka bir kadın, Ayşe Radvaer, ölen annenin karnından çocuğu çıkarmaya çalıştığı için vuruldu. Başka bir evde, on altı yaşındaki Nane Halil adlı genç kız gördüklerini şöyle anlatıyor: «Bir adam eline geçirdiği bıçakla komşumuz Cemile Hiş'i baştan ayağa yardı, ardından aynı şeyi evimizin basamaklarında yeğenim Fethi'ye yaptı.» Bu sahneler evden eve tekrarlandı. Kurtulanların verdiği ayrıntılara bakılırsa, komandolar arasında bulunan kadınlar gaddarlıkta erkeklerle yarışıyorlardı. Haykırışlar, el bombalarının patlamaları, tüfek sesleri, kan, barsak, barut, yanık, ölüm kokusu yavaş yavaş Deir Yasin'i kaplıyordu. Cellatlar öldürüyor, yağmalıyor, ırza geçiyorlardı.”
İşte sistematik baskı böyle süreçlerle başladı ve aynı şiddetle hep devam etti. Katliamı gerçekleştirenler arasında bulunan ve daha sonra İsrail Başbakanı olan Menahem Begin, "Bu eylemi yapmasaydık İsrail Devleti olmayacaktı" demişti.
Şimdi kendi gündelik yaşamımızdan düşünelim. Okulda bir sene boyunca, her gün akranları tarafından şiddete uğramış bir çocuğun, yılsonunda beklenmedik bir tepkiyle zorbalara karşı başını kaldırması ve kendisine gelen o son yumruğu bükmesine bakarak çocuğu şiddetin eşit bir tarafıymış gibi görmek, onu en ağırından cezalandırmak hangi insaf ölçüsüne sığar?
Mecelle’ye dönecek olursak “Bir iş dıyk oldukda müttesi’ olur.” Yani bir işte zorluk görülünce genişlik gösterilir. Filistin davası, genelde vicdan sahibi bütün insanların, özelde bütün Müslümanların borcudur. Borç, sadece Filistinlilerin omuzlarına yüklenecek küçüklükte değildir. Vicdan taşıyan bütün insanların borcudur. Bu darlığa, meşakkate, borca karşı genişlik göstermesi gerekenlerin, borcun bedelini sadece Filistin’deki insanlara ödetmeleri hakkaniyete sığmaz.
Tazyik altında olanı müzayakadan (darlık) kurtarmak için önce kendi dar görüşlerimizden kurtulmamız gerekiyor. Eğer bundan sıyrılamazsak asıl kendi dar boğazımızda (medıyk) boğulan biz oluruz. Borçlunun borcunu bilip kabullenmesi birinci aşamadır. Eğer borçlu, borcu kabullenmiyorsa böyle bir borcun olduğuna dair hatırında bir şey yoksa onunla borcu nasıl ödeyeceğimiz konusunda bir konuşma yapmanın hiçbir anlamı yoktur.
Türkiye’de, Kudüs’e dair bir borcun hesabımıza yazılı olduğu gerçeğini unutmak ve unutturmak isteyen dini, siyasi ve entelektüel camialar; bunu ister mezhepçi sebeplerle ister reel-politikle isterse batılı normlar ve insan hakları borazancılığı adına yapsınlar, sonuç hiç değişmeyecek. Hepsinin de sınavdan kaytarma peşinde olduğu mutlaka bilinecek. Onlar kendilerini takip edenleri de şaşırtarak büyük bir vebalin altına girdiler.
Filistinliler borcun kendilerine düşen payını yıllardan beri fazlasıyla zaten ödediler ve ödemeye devam ediyorlar. Peki, Amerikan uçak gemileri Akdeniz’e gelerek bizim ödemeyi unuttuğumuz yahut inkâr ettiğimiz borcun muhasebesini faizli hesaptan yapıyorsa ve bir gün o kabarık faturayı önümüze koyarsa bu bize Türk topraklarında konuşlanmış Amerikan üslerine bakarak kimlerden alacaklı olduğumuzu belki hatırlatabilir. Ama iş işten geçmiş de olabilir.