İstanbul Kimin Kanatlarının Altında?
Pazarı dolaşırken bir papağanın on beş altına satıldığını gören Nasreddin Hoca, bir koşuda evine gidip kümesteki hindisini tutmuş. Apar topar pazara götürüp başlamış bağırmaya:
- Satılık hindi! Satılık hindi! Yirmi altına satılık hindi!
Pazardakiler şaşırıp gelmişler Hoca’nın yanına.
- Yahu Hocam demişler. Bir hindinin yirmi altın ettiği nerede görülmüş?
- Ne olmuş diye çıkışmış Hoca. Az evvel bir kuşu on beş altına sattılar.
- Ama o papağandı Hocam, tıpkı insan gibi konuşuyor papağanlar, demiş pazardakiler.
- Olsun, demiş Nasreddin Hoca. O konuşuyorsa bu da düşünür...
Bu bir güç savaşı. Çoğunluk kimden tarafsa onlar kazanacak. İstanbul’un bütün semtlerinde en iyi örgütlenen teşkilatlı organize ekip, rakiplerini alt etmeyi başaracak.
İstanbul’a şu zamana kadar biz hükmetmiştik, demenin artık bir anlamı yok. Son dönemdeki değişim, maziyi epeyce silikleştirdi. Oradan bakınca Tevfik Fikret’in sisleri altında İstanbul. Herkes kendi damgasını vurmaya çalışıyor boğazın incisine. Hepsi de kanatlarını açmışlar İstanbul semalarında uçmaya çalışıyorlar. İstanbul kimin kanatları altında?
Taraflar, birbirlerine yüklendikçe yükleniyor. Bazı semtlerde, bazı gruplar etkili. Bölgeye çok eskiden yerleşmiş olanlar, avantajlı gözükebilir; ama yeni ortaya çıkanlar da mücadeleyi bırakmayacak gibi. Sürekli farklı coğrafyalardan yeni sakinleriyle tanışıyor İstanbul.
İstanbul, bir göç şehri. Elverişli iklimi de bunda önemli bir faktör. Zira ormanları 1950’lerden sonra hızla azalsa da hala şehrin yüzölçümünün yaklaşık yüzde 45’i ormanları oluşturuyor. Dünyadaki birçok yerde kuraklık ve açlık hâkimken İstanbul’a rağbetin bir sebebi de zengin bitki örtüsü.
Tabiî büyük yerin, büyük çöplüğü olur. Bu sebepten kavgalar da acımasız yapılıyor. Çünkü yarışın sonunda, Türkiye’deki zenginliğin biriktiği yerde, kimin kanatlarının rüzgârı esecek? Böylesi bir vasatta zaferi elde etmek için merhamet göstermek boşuna. Her yerde bir takip, her yerde yolunmuş, etrafta uçuşan serseri tüyler, kulaklarda çınlayan acı çığlıklar…
İstanbul’da yaşamayanlar, yukarıdaki ifadelerimden, martılarla kargaların savaşından bahsettiğimi sanmaları doğaldır. Hâlbuki nerden bilecekler seyretmesi pek hoş yemyeşil tüyleri, kırmızı gagalarıyla vahşi papağanların İstanbul’u istila ettiğini. Büyük İskender zamanında getirilen papağanlar değil bunlar.
Çevredeki kedi-köpek mamalarına da musallat olan bu papağanların sesleri, martıları da kargaları da bastırır kuvvette. Aynalıkavak Kasrı’nın bahçesinde çam ağacına tünemiş kargaları nasıl kovduklarını gözlerimle gördüm. Akşamüzeri, altında oturduğum ağaca, yirmi tane papağanın çıkarma yapması sonrası, zavallı kargalar nasıl da bağrışa bağrışa kaçtılar. Tabiî ben meselenin estetik yönüne bakıp problemli yanından habersizdim.
Güvercinlerin durumunu hiç sormayın, içler acısı. Güvercinleri nerede yemlenirken görseler hemen ortama yağma varmış gibi dalış yapıyorlar. Kanlara boyanmış ölü ve yaralı güvercinlerin bu yırtıcı papağanların şerrinden nasıl kurtulacağı şimdilik meçhul. Beykoz korusunda bir tane güvercin görmedim; ama papağanlar her ağaçta ciyak ciyak... Tarihi Sultaniye Parkı’ndaki asırlık çınarların gövdesindeki oyuklar, bugün papağanların yuvası olmuşsa dün kimin yuvasıydı diye insanın aklına gelmiyor değil.
Güvercinlere yazık oldu. Kargalar ise sindirilmiş durumdalar; ama zeki kuştur karga ve sıkı örgütçüdür. Mutlaka bir planları vardır diye düşünüyorum. Martılar ise şimdilik denize çok yaklaşmadıkları için onlarla çatışmaya girmiyor, kibirli. Ama ilerde ne olacağı şimdiden belli. Çünkü yalıların bahçesinde ve birtakım çöplüklerde lokal çatışmalar yaşanmıyor değil.
Belgrat, Aydos, Kemerburgaz gibi İstanbul’daki birçok ormanda görünen yeşil papağanların ekolojik dengeyi olumsuz etkileyebilmesi mümkün mü bilmiyorum. Bahar geldi, dutlar meyveye durdu, henüz bülbül sesi duymadım İstanbul’da. Oysa hergün papağanlar kulağımda çınlıyor. Dükkânında taklacı güvercinler besleyen Lastikçi Kamuran Usta, tutarsan tanesini bin liraya petshoplara satabilirsin; fakat dikkat et, elini parçalar, diyor.
Ona göre bu papağanlar on beş yıl önce batan bir gemiden kaçmışlar. 1996’da Beykoz’da papağan taşıyan bir kamyonun devrilmesiyle özgürlüğün kapıları açılmış diyenler de var. Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra gelmeleri de ihtimal dâhilindeymiş. Belki de küresel ısınma…
Mantıku’t Tayr müellifi kuşların Hızır’ı der papağan için. Fakat âb-ı hayatı nefsi için arayana benzetir. Yani gerçek Hızır değil. Nefsine düşkün… Kimileri yeşil renklerine bakıp onları sembolik açıdan Hızır’la ilişkilendirebilir yahut Hz. Yûşâ’nın semtinde yoğunlaşmalarını manidar görebilir. Ama bu yorumlar bugün meselenin yıkıcı etkilerini ortadan kaldırmıyor.
Her ne ise şu an buradalar. Kışın ormandaki ağaçların tohumlarını, şehirdeki çöplerin her türlüsünü yiyip pervasız bir saldırganlık göstermeye devam ediyorlar çevreye. Konuştuklarını duymadım. Şekere bıkmış şımarık çocukların artanlarını yediklerine şüphe yok. Kuşdilinden anlayanlar, hep aynı şeyi tekrar ettiklerini söylüyorlar. Papağan işte… Bu arada kargadan da iyi değil sesleri.
Katledilen Nef’î’nin şiiri hatırıma geldikçe yoksa şairin öldürülmeden İstanbul’a laneti mi bu papağanlar diye aklıma gelmiyor değil.
Tûtî-i mu’cize-gûyem ne desem lâf değil
Çarh ile söyleşemem âyînesi sâf değil
(Ben mucizeler söyleyen bir papağanım, ne söylesem boş laf değil; felekle, zamanın adamlarıyla söyleşemem çünkü onların aynası, gönlü saf değil.)
Nasreddin Hoca’nın hindisi gibi felsefi ya da İstanbul’un geleceğine dair estetik anlamda düşündükleri değerli şeyler var mı, buna hiç ihtimal vermesem de bütün işleri yemek ve çevrelerindeki rakiplerini sindirmek olan bu mukallid hayvanlar, aynada konuşmayı çok severmiş. Acaba diyorum, İstanbul’da, belli başlı parklardaki ağaçlara aynalar takarak papağanların kendilerini görmelerini mi sağlasak?