Muharrem
İkindi, devrederken günü akşama, küçük tahta iskemleleri dükkânın önüne atıp; vakti, çay içerek uğurluyordum ve buyur ediyordum akşamla gelen firakî hüznü.
Yanı başımda oturan arkadaşım, eski şiirden anlamıyorum, dedi. Kalkıp bir antoloji getirdim dîvân edebiyatına dâir. Rastgele bir sayfayı açtım: on altıncı asır, Fuzûlî, Kerbela Mersiyesi...
Mâh-ı Muharrem oldı şafaktan çıkup hilâl
Kılmış 'azâ dutup kad-i ham gark-ı eşk-i âl
-Hilâl şafaktan çıkınca; ay, Muharrem oldu. Mâtem tutup iki büklüm olmuş boyuyla kanlı gözyaşlarına boğuldu.
Evlâd-ı Mustafâ'ya meded kılmamış Fırat
Giçürmesün mi yerlere anı bu infîal
-Fırat nehri, Mustafa'nın çocuklarına medet kılmamış. Bu büyük utançla müteessir olup yerlere geçmesin mi, suyu çekilmesin mi Fırat'ın!
Mâh-ı Muharrem oldı meserret harâmdur
Mâtem bugün şerîate bir ihtirâmdur
-Muharrem oldu ay; sevinçler, mutluluklar artık haramdır bize. Şerîata hürmet, saygı olduğu için bugün bir mâtemdir bize.
Şâd olmasun bu vâkıadan şâd olan gönül
Bir dem melâl ü gussadan âzad olan gönül
-Bu üzücü elemli vâkıadan, olaydan sevinç duyan, şâd olan bir gönül varsa, o gönül bir daha sevinemesin; kederden, gamdan da bir an bile kurtulamasın.
Yâ Şâh-ı Kerbelâ ne revâ bunca gam sana
Derd-i demâdem ü elem-i dembedem sana
-Ey Hz. Hüseyin, ey Kerbelâ'nın Şâh'ı; her an bunca gam, her vakit bunca keder sana hak mı, revâ mı, uygun mu?
Ey dert-pertev-i elem-i Kerbelâ Hüseyin
Vây Kerbelâ belâlarına mübtelâ Hüseyin
-Ey Kerbelâ eleminin nurlu, aydınlık derdi Hüseyin; vây Kerbelâ belâlarına müptelâ olmuş, tutulmuş Hüseyin.
Bir kısmını okuduğum beyitlerin tamamlanmasından sonra, başımın üstünde bir karartı peydâ oldu. Elindeki pazar poşetleriyle yanımızda dikilmiş, bizi dinliyordu Makbule Teyze.
Apartmanın giriş kapısından bize doğru bir adım kadar yaklaşmış seksenlik bu ihtiyar çınarın yüzüne baktığımda; sonbahar yaprakları gibi yaşarmış gözlerinde, akşamın gördüğüm son ziyâsı tutuşmaktaydı. Bozulmamış bir Rize aksanıyla konuşuyordu:
-Sen Kerbelâ'ya gittin mi?
Hayır, gitmedim, dedim.
Ama konuşuyorsun, dedi.
Okuyorum sâdece, dedim.
Elindeki pazar poşetlerini yere bırakıp bize doğru küçük bir adım daha attı. Külrengi uzun bir pardösü giymişti endâmına münasip. Büyük kahverengi başörtüsü çepeçevre sarmalayıp başını, omuzlarından aşağı kıvrılarak dökülmüştü.
Yüzünün tabiî pembeliği, sıhhatte olduğunun beyânıydı. Fakat namaz kılan ihtiyarlarda tecellî eden hâlelenmiş pak alnın güzelliğiydi aslında bu.
Ağırlaşmış gözkapaklarının altında ışıldayan deniz mavisi gözleri; Karadeniz'i tasvir eden canlılığa bir işaret olarak dışarıya sert dalgalarla çarpıyordu.
Sağ elini, kolları sarkan pardösüden, bir sözün hazırlığı için kaldırıp sıyırdı. Şimdi kalbinin üzerinde duran uzun, biçimli parmaklarıyla sanki muhabbetin karanlık, derin kuyularından kelimelerini ağır ağır çekip çıkarıyordu:
-Hüseyin Efendimizi ben gördüm. Hicaz'a giderken arabamız orada konaklamıştı bir gün. Bütün duvarları Kur'an ile kaplı, üç minareli bir türbeydi. Zemini mavi, her tarafı yaldızlarla müzeyyen...
Durdu, bir cevap bekledi.
Orada, Hz. Hüseyin'in başsız cesedi medfundur, başı ise Şam'a götürülmüş, dedim.
Alnı kırıştı, kaşları yukarı aşağı hareket etti birkaç kez. İnce dudaklarını kıvırıp:
-Cennet çocuklarının Efendisi'ydi O! Allah, Hüseyin Efendimizi sevenleri sever,
diyerek pazar poşetlerini almak için eğildi.
Yardım etmek isteyen arkadaşımın teklifini reddetti, ama yine de ağır demir kapının itilerek açılmasına sesini çıkarmayıp apartmanın içine süzülüverdi.
İkimiz de konuşmadık bir müddet. Hz. Hüseyin'i şuurumuza kazıyan bu ihtiyar kadın, benim çocuk dimağımda kalan bir başka ize yol bulmuştu şimdi.
Küçük kasabamızda, okul çıkışları çimensaha ismini verdiğimiz, etrafı ayva ve kavak ağaçlarıyla sıralı bir bahçeye futbol oynamaya giderdik. Meşin yuvarlak, aramızdan sâdece bir arkadaşımızda vardı. Evlerinin önündeki hasıllıkta beklerken onu, babaannesinin komşu kadınlara bizi gösterip söylediği şu sözler, Hz. Hüseyin'e dâir işittiğim ilk yakıcı sözler idi:
-Bunlar her gün top oynuyorlar. Ama bu mahsurluymuş, çünkü Hüseyin Efendimizin başını kesip oynamışlar zamanında!
Elimdeki kitabı okutmamacasına artık iyice kararmıştı hava. Martıların tünediği apartmanların bacaları üstünden gökyüzü, geceye doğru seyreden hilâle açılırken; zaman, meçhûle dalmış fâsılasız, biteviye uzuyor, uzanıyordu.