Şişedeki Üç Heceli!
Bu konuda konuşmaktan korkuyorum. Eğer başıma bir iş gelirse bu anlatacaklarım sebebiyle gelecek. Geceleri uyuyamaz oldum. Gündüzleri bitkin düşüp uyukluyorum. Gözümü kapıyorum o, açıyorum o… Kendime mukayyed bir hayatı yaşayamaz oldum. O yönlendiriyor beni.
İsmini söylemekten çekinirim hep, gece tırnak kesmem, çöp kenarlarında, kuytuluklarda dolaşmam, fal baktırıp muskacılık da yapmadım. Bizim sahafa, saçı boyalı, yaşlı bir kadın gelip boynundaki muskada ne yazdığını okutmuştu bir vakit. Vallahi ne para aldım, ne de kötü bir şey yazıyordu o muskada. Yani bu işlere hiç bulaşmadım ki başıma bu gelsin.
Olanlar oldu…
Öğle vakti kütüphanede oturuyordum. Başımın ağrıdan çatlayacağını sandığım bir gündü. Kendimi zorlayarak bir şeyler okumaya hazırlanırken, gözüm ön masada oturan kadının yanı başında duran depozitosuz, içi su dolu, pırıl pırıl su şişesine ilişti.
Susamış olmasam da estetik bir şekle sahip bu şişenin dışından çizgi çizgi akan küçük suyolları karşısında dilim damağım bir anda kuruyuvermişti. Soğuk olduğu anlaşılan bu berraklık, dudaklarımı daha çok kurutmuştu ki dilimi çıkarıp dudaklarımı ıslatayım derken önümde açık duran eski kitabın sayfasına düşmüş noktalar halinde birkaç kan damlacığını fark ettim.
Bir taraftan, emaneten aldığım bu kıymetli eserin sayfasına bulaşan kanı nasıl temizleyeceğimi düşünürken diğer taraftan öğle yemeğinde yediğim patlıcan yemeği mi dilime dokunmuştu onu düşünüyordum. Çocukluğumdan beri dilim, bazı yemeklere karşı hassastı.
Mendili, sayfanın üzerinde hafifçe gezdirdim, ama saman kâğıt hemen emmişti kanı. Hatta bir sonraki sayfaya bile bir miktar bulaşmıştı kandan. Ağzım, dişçiden çıkmış gibiydi. Garip bir tat, garip bir koku...
Acaba hâlâ kanıyor mu diye mendili dilime değdirince, mendilin bir parçası dilime yapıştı. Tırnaklarımla ve ön dişlerimle sökmeye çalıştım ancak bu, dilimdeki kanamayı daha da artırdı. Kalkıp lavaboya gidecekken sayfaların çamura döndüğünü fark ettim. Islak mendil işe yarar mıydı?
O ara, kadının yanındaki şişede garip bir sûret zuhur etti. Tarif etmekten şu an dahi korktuğum bir sûret.
Anlatmasam daha mı iyi olur bilmem…
Küçük bir su yılanı sandım önce. Ancak gitgide şekil değiştirerek alevli gözlerinden, ateş parçaları saçan boynuzlu bir şeye dönüştü. İnsan değildi, böyle bir hayvan da yoktu tabiatta. Yanık, yağlı bir yüz ki açılıp kapanan kocaman bir ağzı vardı ve şişenin dibine sürekli kapkara bir şey kusuyordu.
Suyun rengi, aşağıdan yukarıya gitgide koyulaşırken dumanlar içinde ne olduğu pek okunamayan bazı harfler belirmeye başladı: CA…
Dilimden akan kan, boğazımı tıkamış olmalı ki öksürdüm. Bütün masa ve önümdeki kadının elbisesi berbat oldu. Kadın, kaskatı duruyordu. Kımıldamadı. Yanı başındaki şişenin durumundan habersiz, saçının ve elbisesinin durumundan habersiz, ölü gibiydi.
Şişenin, az sonra sıcaktan patlayacağı, buharlaşan damlacıklardan pekâlâ anlaşılıyordu. Fabrika bacası gibi duman çıkmaya başlamıştı tepesinden. Patlama sonrası, öteye beriye saçılacak cam parçacıkları bir bomba etkisi yaratabilirdi etrafta.
Kapak, şişme yapmış, attı atacak, ağızda eğreti duruyordu. İçerideki o heyûlânın tüm çabalarına rağmen şişe, patlamamak için zor tutuyordu kendini.
Kadının eli, şişeye doğru uzandı. Şişedekiyle göz göze geldim. “Dokunma! Patlayacak şimdi!” diye bağırdım. Herkes duydu, o duymadı.
Şişeye dokununca, gözlerimi kapadım...
Tuz buz olmuştu her şey. Kadın, arkasına döndü. Eli yüzü kanlar içindeydi:
- Sen yaptın!
dedi.
Ben... ne yapmıştım?
Fırlayan bir cam parçası önüme düşmüştü. Üzerinde SAPAN yazıyordu. N harfi yarımdı.
…
Kütüphaneye giremiyorum artık. Elinde su şişesi olan insanlardan köşe bucak kaçıyorum. Damacanalara yaklaşmayıp İstanbul’da çeşme suyu içmek adama dokunur mu acaba?