Konuk Yazar:Ahi Naci İŞSEVER
***
Fazıl Hüsnü Dağlarca
O konuşulurken tek kişilik millet de desem, milletin "doğurduğu tek kişi" de desem,
tahayyül ve tasavvur, zorlanmayacaktır . Dağlarca için kesin olan, kişiliğin "Cumhuriyet'ten" ayrı ve bağımsız konuşulamayacağıdır. Bugün emsâli ve benzeri olmayan "tek ve emsalsizi " anlatmak, oldukça zor. Yaratan, kendi nedenini, kendinde, (özenerek) gizli tuttu. Şiirimizin Fazıl Hüsnü Dağlarca’sı da, "yaz-dığı şiirin" nedeni miydi? O yazdığı için mi mısralar "şiirleşti".
Onun yaratılışında , kudretin emsalsiz şiir hedefi tecelli etmiş gibi gelmektedir bana. Bence o, yazacağı şiirler için doğmuş biriydi. Yani: Nedeni kendinde gizli olmayan, "şiir için" doğmuş, şiirimize tahsis edilmiş bir yaratılışla yüklüydü.
O da bizimle birlik, kendini “Türk şiirinde” izledi. Ya da Türk şiiri, şairin kendinde kayboldu. Kayboldu diyorum, böylesi bir şairle, böylesi bir şiirin, böylesi bir şiirle de, böylesi bir şairin yan yana durabilmesi doğal değildi.
Nitekim biri "aradan" çekiliverdi de, şiir bâki kaldı. Onun şiirindeki "ölümsüzlük” kendini sahibinden de kıskanıldı. Artık kıskanılmayacak. Çünkü DEV aradan çekildi.
Bu manidar kertede artık insanoğlunun ölmek zorunda olduğu ile, "gerçek şiirin" ve onun şairinin” ölümsüzlüğünü idrak ediyoruz. Mâlum! , Çağdaş olgular, “destanların nabzında atan doğal tempoya” çoktandır kulak vermediği, hatta kudurup hızlandığı için de, destanların miladını kesip makasladık. Gerçek bir destan şairi olarak da, Fazıl Hüsnü Dağlarca, destanların kıyâmetine hem şahitlik, hem de şairlik etmişti. Benim sezdiğim o ki, Fazıl Hüsnü Dağlarca uygarlığın artık destana yakışır bir olgunun yaşayamayacağını sezdiği için de, gezegenimizden kendi gönlünce el çekti.
Ben de burada "destanları yetim kalmış" bir kuşağın, mensubu olarak, onun “destanî yönünden el çekiyorum". Biliyorum analar daha deste deste şair doğurabilecektir. Ne yazık ki doğacakların tümünün haddi, bir destan eşiğinde kalacak, kapıyı çalamayacaktır. Haddimi aşmak istemem ama, dilerim Allah bu millete "bir daha" destan, yazdırmaz.
Geriye ve bize, "avunulacak neden" arantıları kaldı. Avunuyorumda: Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, “çocuklara yaslanarak” ne demek istediği ile, zihnimi yoruyorum. Duygularım beni yanıltmıyorsa şair, çocukları: “Gelmemiş ve gelmeyecek zamanın” atlama taşı olarak
algılıyordu. Yani? O çocuklarda, “şimdiki zamanı bile”, “geçmiş ve müstamel” görmek istemediğinden, evrenin atlı suvarisi olarak, kendini hep taptaze hissediyor, kudretin eşiğinde çocuk kalmayı tercih ediyordu. Elinden gelse, doğmamış olmayı deneyecekti. O nedenle, onun şiiri bizde: “Bu beşer sözü olamaz!” zannı uyandırırdı. Çümkü onun gibi yazan birini
tanımadığımız ne denli ger-çekse, gelecekte de tanıyamayacağımız, o denli gerçekti. Yaratılış öncesine sığındığı tasarımlarına muallakta zemin aradığı da mutlaktır Şair, çocukları, masallarımızda özenti ile anlatılan, berrak, cürümsüz, nur tortusu olarak algılıyor ve değerlendiriyordu. Bazı şairlerin benzerleri yoktur. Onlar kıskanılamaz ve onlara
öykünülmez. Onlar gibi olunamaz . Olmaya imkan da yoktur. Olmaya kalk-
mak da hem cesaret, hem de hat ve edep hudut sorunudur. Yaklaşılırlar, aşılmaz ve dokunulmazdırlar.
Fransız Ribaut da taklit bile edilemedi. Enrah’dan sonra, “ dedim
dedi” diyen nice yiğit çıktı da, ancak Emrah gibi “ dedim dedi” diyebilen
olmadı.
Sonuç:
Çağ denen, zaman dilimi, ezici silindirin çarkları , mecazları-
mızın harmanında, çatır çatır kırılıyor. Yapay olana dil, dilden anlayana gönül…
Farkındaysak, ana rahminde mayası "şair ve şiire" çalık kişi-
lerin dilinde “bayrak” dildir. Türkçe'dir.
Malum olan o ki Dağlarca’da Türkçe
Asya bozkırlarına kadar,
Yahya Kemal’de ise,
İstanbul ve Balkanlar’da salınır, mahduttur ve çeşni özlemi içindedir.
Fazıl Hüsnü Dağlarca’da Türkçe’nin mekanla ilgisi, Yahya Ke-
mal’deki kadar jilet çiziği ile mahdut değildir. O Türkçe konuşulan her
yere, “sahip” gözü ile bakardı. Dahası toprakla kaynaşık bir algılama için-
de olan şair, Türkçe’nin dalgalandığı her zemine bayrak dikerek orayı
vatanlaştırdı.
Dağlarca okunurken nefesimizin kesileceğini, mısrası du-
yulduğunda yutkunumu muzun hodalak gibi ümüğümüze dizilip tı-
kanacağını bile bile, bizi ve kendini “boğasıya” yazdı.
“Elimde değil, bir mısra dengesini ve dengini bulacak diye
gecelerimi tüketirim ben!” diyordu. Bizi değil kendini tehdit eden bu
disiplinin ömrü boyunca bayraktarlığını yaptığı topraklar üzerinde se-
fere çıkardı. . Şiirine çalınan, Cumhuriyetimizin kendi kişiliğindeki
eser miktarı değil, mühürle tastikli mayasıydı.
Cumhuriyetimizin bu inançlı nefesi-nin kendi genlerindeki
değişmezlerle yoğun olarak sürtüştüğü bir demde aramızdan ayrılışı
da oldukça manidâr. O defninde sürçü lisandan değil, emânet ettiği
şiirinin kadri kıymetinin vârislerince bilebilineceğinden emin değildi
ki, vasiyetsiz gitti. Nur içinde yatsın, O Türkçe konuşulan her yere
“kayıp gözü” ile değil “sahip gözü” ile baktı. Bu nedenle çoğu kez
tek kişilik milletle, Türkçe-yi sindirmiş toprak ona bol bol yeter.
Yetti de.
Ahi Naci İşsever
#