YUNUS EMRE
Yunus Emre, Anadolu Selçuklu Devleti’nin, saçının sakalının didik didik didiklen-diği, tarihin "kara ve bulanık" bir döneminde yaşadı. Yüzyıllara intikal edecek dilekçeyi, Nasrettin Hoca’ya yazdırıyoruz. Zaten ne hikmetse o dönemde Nasrettin Hoca’dan tutun , Hacı Bektaş, ve Mevlâna gibilerinin başlarını kaşıyacak vakitleri yok. Anadolu’da bir devletin başı didikleniyor. Memleketin gerçek evliyâsı kayıp. Bilinen o ki, giden gitmiştir de, bu böyle gitmez.
Köyler, "güven veren yerlerde artık. İt izi at izine karışmış. Memleketin evliyası nerde? Onlar ki, Asya’dan yola çıkmış ırkımın bilgeleriydiler.
Onlar ki sıcak telkinlerinde:
Mâverâünnehir’den çözülüp gelen "Oğuz Boyları'nın" yol öykülerini anlatırken:
"Maveraünnehir" dedik. Semerkant Buhara dedik. İslam’ın Anadolu’dan önce ardıl-dığı, kök saldığı iklim. Burnuna kadar âlime ülemâya doymuş. İlim iki nehir arasında yoğ-rulmuş ! Ancak ne hikmetse alp erenler dediğimiz bir deste, ilim ve irfan sahibi hak dostu bir grub Anadolu’ya geliyor. Ya da “oraya gidin diye” yön tarif ediyorlar. Menkıbeler çoğu kez şahit aramazlar. Dosdoğrudurlar. Masallarda da, efsanelerde de, destanlarda da “Batı-ya!”, devamlı Batı-ya ,,diyen bir işaret var. Öyle bazılarının tarafgir davranarak “bir kurdun peşine takıl-mışlık” Tarihçiler “kavimler göçü” diyor.
Göl varmış bir iç deniz hani. Kurumuş da, ırkımız yeşil otlaklar peşine düşmüş de… Çoban milletmişiz de. Şaman genlerimize sinmiş Tengri (göğün sahibi) tutkusu, “son vahyin” –Kuran’ın- çağrısı ile bağdaşan vicdanımızın kantarına, kıtaları yüklemişiz de . Yani ki gelirken hurcumuz heybemiz boş değil. Biz de âlemlerin rabbine, gönlünün tahtında yer bulmuş, ayırmış bir geçmişin vârisiyiz.
Anadolu Selçuklu Devleti’nin, Konya’da saltanatının pörsüdüğü günler.Türkçe 'nin resmi dil olarak ilan edilmişliğinden başka, yeni bir haber yok. Kim gereksindiyse? İşte bizde Türkçe'nin resmî dil olarak duyuruluşuna, kendi tahtında “özel olarak omuz vermiş” birinden söz ediliyor.
Yunus ki: “İslam’ın “Türkmen yorumunu” duyuran biri. Bir başka halka da Konya’da Mevlâna . Sanki o da Anadolu Peygamberi. “Tasavvufla yoğrulan "Türk Müslümanlığı!..” İslamı günümüz terörüyle özdeşleştiren Arap Acem zihniyetine karşı, sevgiyle harmanlamış. İslam’ın Türkmen Yorumu bu. Bu işi kotarırken de Hazret, Konya çarşısında fır dönüyor. Ya o evren gibi. Ya da evren onun sırtında.
Sakarya kıyısında bağ bostanla uğrasan Sarıköy’deyiz. Bu köyde de,
dönme su dolaplarıyla bağın bostanın sulandığını Yunus Emre’den duyuyoruz.
O güzelin de adresini, “İncecikten bir kar yağar’da” anca idrak ediyoruz. Gerisi bildiğin bizim köy . Eni boyu dört harmanlık alan. O köyü bize didik didik anlattılar. Tezekler ve mozaklaşmış insan. “O köy bizim köyümüzdür , Sakarya. Bugünkü istiklâlimizin savunma çizgisi. Yörenin “Sakarı” dediği mansaptan sımsıcak akan bir kaplıca ayağı. Evrile çevrile Karadeniz’e erdiğini, bir zamanlar Bizans imparatorlarını bile yıldıran taşmaları oluyor. Necip Fazıl bu boğazı –Geyve- geçerken, imbikten de geçmiş. Şimdi sıra suda. O da geçsin.
Yunus’un köyü de Sakarya kenarında. Sarıköy
Elif okuduk ötürü
Pazar eyledik götürü
Yaratılmışı hoş gördük
Yaratandan ötürü.
Bu nedenle Yunus’un hep Sarıköy’de kalmamaklığı gerekiyor.
“Yunus’un çarşı pazardan, -görüyorsunuz- parekendeden de, toptan –götürü- alışverişten de haberi var. Öyleyse burada benim için önemli olanın, “kâr zarar, alış verişi olmadığı,” önemli olanın, onun pazardan panayırdan haberi olan, sosyal organları canlı cinli işleyen harmanlarda da gezip tozduğudur.
Pazar eylenenin dünya ve dünyaya ait olanlar olduğuyla, bunun “bir gönül pazarı mı olduğu, bu pazarda dünyanın ipini pazara çıkaran bu anlayışın, bu umursamamanın neye dayandığı da, düşünmeye değer.
Hak’kı hak edene hakkıyla satmaya çalışıyor.
Güzel olanı “hoş gördüğünü” onu bizim de görmemizi dilediğini” haber veriyor.
Hoca Ahmet Yesevi’den tutun da Hacı Bektaş Veli’ye, Hacı Bayram’a ve bugünkü konumuz Yunus Emre’ye kadar, “Anadolu İslamı’nda” masatlanmış bıçkın hizip ve sürtüşmelere pek rastlamıyoruz. Alp erenler zincirinde “Türk’e ve Türkçe’ye” özenerek yaslananların, karınca kararınca devlet ve toplumla ilgilendiklerini görüyoruz. Göynük’te medfun Akşemsettin Hazretleri’nin, fetihten sonra İstanbul’dan uzak durmayı tercih edişinin, neye mâni olduğunu tetkik edelim demeye kalmadan, Akşemsettin’in Göynük’te Emir Sıkkînî hazretleriyle çeliştiğinden söz ediyor menkıbeler. Ardından da Osmanlı’da Melâmiler’e reva görülen muameleler.
Bütün bu kaynaşma ve sürtüşmelerin kökeninde, Asya’dan gelenlerde, eser miktarı da olsa fark edilen “Şamansı tortuların” kendine özgü “Anadolu Müslümanlığı’nın” oluşmasında etken olduğu hissi var. Bu karşılıklı geçişmeler Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran seferine kadar, kazanda kaynıyor. Mısır’dan Halifeliğin İstanbul’a intikaline kadar, Osmanlı Saltanatı’ndaki Türkçe moral, Türkçe ilim, Türkçe sanat, turunu tamamlamış oluyor.
“Yunus’un kaynayıp köpürdüğü mansap ile, Molla Kasım’ın elinde kalıp da günümüze ermiş şiirlerinin –mirasının-, birbirine kavuştuğu kavşaktır.”
O öyle bir kavşak ki, Selçuklu çökerken Yunus nasıl “içlenmişse”, Osmanlı’da şeyhülislamların seçimine devletin burnunu sokuşundan sonra da, ”dışlanmış” oluyor. Yunus’un köy odalarına sıkıştırılmış ilâhileri ve kendi, saltanatın hitamına kadar da kendi kendine… Neden? Sana bana –insana- geçiş üstünlüğü verdiğinden bu!
Cehennemi ateşli kamçılarıyla bekleyen zebanilerin tehdidini de aştığından.Cennetteki “Birkaç köşkle birkaç huri-yi”, elinin tersiyle askıya aldığından.Bu: Çağları imparatorlukları devşiren uzun nefesin farkına vardığı için Batı, Yunus Emre’ye artık bizden çok daha farklı sahipleniyor. Kelepircilik ediyor. Aynı Batı, Göynük’te medfun Bursalı Bıçakçı Seyyid Ömer Dede’yi (Emir Sıkkînî) görmezden gelip, kütüphânesi Londra’ya kaçırılmış Akşemsettin Hazretleri’nin ardında kalan bugünkü Göynekle ilgilenmiyor. Kendimize dönersek Komşumuz Göynük’te “âlimin türbesi”, Çilingirci Şevket Amca’ya teslim.
Artık Göynük’ün meşhur Osmanlı hamamında tellâklar, müşterinin sırtını keselemek yerine, taslarında bâde taşımaya devam edip, ut çalarak, bu kadarcık Osmanlı kalacaklar. Yunus’tan yola çıktık ya hani:
Kendimizi “cop diye!” Sakarya’ya atmak yerine,
Aklımız sıra Molla Kasım’ı kahreden Divanı’na mücellit olacaktık,
Heves bazen, mozaklaşır büzülür, bazen de, "boncuk olup" dizilir.
Ahi Naci İşsever