Ahi Naci İŞSEVER:ORDAN BURDAN
Ahi Naci İŞSEVER
ORDAN BURDAN
Rahmetli Semerci Gıdak Hasan'ın dükkanında,
Cevat Hafız'ın Alaaddin Abi ve Ben, -fırsat buldukça- Taraklı'yı konuşurduk. Üçümüz de Taraklı sözcüğünün, toprağın işlenmiş durumunu anlatan bir sözcük olduğu ilgisinde mutabıktık. Yani bu ismin, süslenirken kullandığımız eşya ile ilgisinin olmadığını, tarananın toprak olduğunu, saçımızın taranmasıyla bir ilgisinin olmadığını söylerdik. Kısaca, taranan başımız değil topağımızdı.
Konu Taraklı olduğu için, bizi dinleyenlerde de, beklediğimiz etkileşimi görmeden de oturumu bitirmezdik.
Hasan Abi'nin, konuşması, tabii olmaktan uzak, bir semerci zorlaması olur ve etkileyici olamazdı. Sözü duymamazlığa getireni de uyandırırdı. Semerci olarak, ona yapıştırılmış bir semerci dili kullanırdı. Kendisine ters düşmek semerci dükkanının en düşündürücü yanıydı. O her zaman kendi "tarafında olanı" alkışlayan bir kişiydi. Bir gümrük kapısı gibi biz, o dükana, -açıktır kapalıdır- fark etmez onun çalımından izin almadan giremez, keserinin sesinden izin beklerdik.
Bir kurban bayramının arefesiydi. Bayırköy'lü Osman Efendi, Alaattin Abi'ye demiş ki:
"Alaaddin, hayvanı (kurbanı) boğazlarken, (keserken) kuyruğunu ıslatıp da kes. Nemli (ıslak) boğazla, e'mi (iyi mi) diye, nasihatte bulunmak istemiş ".
Buna karşı Alaaddin Abi de -haklı- olarak :
"Ne alaka? Bâtıl bu! Anladığınız işe bakın ! " demiş.
Demiş amma, Taraklı'da müzümsüz bütün konuların kendinden beklendiğini iyi bildiğinden, aldırıp hoşlanmadığını da, belli etmemiş.
Ancak bu ucuz öneriye de canı sıkılmış. Bayram boyunca da, kurbanının "kuyruğunu ıslatarak kim kesti ki? " diye, düşünmüş.
Taraklı'nın tümü de bilir ki, onun derdi, kurbanın nasıl kesileceğini öğrenmek değildir. Onun derdi, kırk yıllık komşusu Osman Bey'in de "kurban kesesi" olduğunu, hatta " keseceğini " Taraklı'ya duyurmaktır. Çünkü Alaaddin'le Osman Bey'in, kirteşmiş kurban borçlarını, bilmemezliğe getirip saklanmasına yardım eden şey, bu kalenderliktir. Ve ondan kurtulmaları gerekir. Beş altı senede bir kurban keserek anca olur bu.
Eğer kurban kesiyorsan çarşıdaki çalımını yenileyip, oturup kalktığın insanlara dikkat edeceksin. Yaşlandıkça, imajınıza "duş aldırmak" gerekir. Her gün yıkanıp kendini tazeleyeceksin. Arada bir kurban kesmek, her yıl kesmekten daha ucuz ya?
Kurban kesmiş olmaklığı, gereğinden fazla önemseyip abartmayacaksın. Vücudunu, "şarj-dan sonra gerilimi tazelenmiş araba aküsü gibi, kullananlardan olma.
Taraklı'da emekli belediye Çavuşu Hafız'a bunun en tipik örneklerindendi. O hiç hak dağıtmayan biriydi. Kurbanın tümünü evcek yiyip sünnetlediği, hâla anılır. Bu kadar yiyip içeni, yorgun düşüren de anca "ölüm olsa" gerekir.
İkiyüzlülerin ölümü elbette senin benim gibi olmaz Örneğin:
Bir İkiyüzlünün defnindeyseniz -o gün- ölenin küçük sırlarını bilip, taşıyan biriymiş gibi süslenerek gerdan kırmayın. Ölü hakkında konuşulanları açık seçik beyan etmeyin. Konuşulanlar için, "ben de or'daydım (oradaydım)" diye, gönüllü şahitlik yapmayın. Müzümsüz müdahalelerde bulunmayın. Müşterek yaşanmışlıkları anlatmaya teşne kişileri, kendinize yaklaştırmayıp, onlardan uzak durun.
Cenâzeniz -her kimse- daha evde iken, rahmetlinin acısını istismâr edip, kelepircilik yapanları dost sanmamalısınız. "Tek yüzlü" dostlara yaslanıp yaslanmadığınızı bilin. Mesele, kimin "ikiyüzlü", kimin "tekyüzlü" olduğunu bilmekte değildir. Mesele, tekyüzlülerin yalnızlığının çekilmez olduğunu bilmektir. İkiyüzlülük zordur ama, sağlıklıdır.
Sözlü anlatımda, tatsız tuzsuz, ne dediği belli olmayan -sası- tiplere de raslarsınız. Düşünün ki etrafınızda, yalnız kalmış ve fakat yalazanıza (sohbetinize) mecbur ve muhtaç kişiler vardır. Sohbetinize iştirak, onlar için çok önemlidir. Anlattıklarınızdan piyizlenerek, kendilerini de "olmazsa olmaz" sanıp, gerdan kıranların da aramızda bulunmaları iyidir.
Babam devam ediyor:
Gölpazarı'nı bilirsin. Bilecik'in Kazâ'sı olur. Büyük Baban, beni Gatranlı (Katranlı) Hafız'ın yanına, bakkal çırağı olarak verdi. Orada çıraklık ededururken, itiyatlık (ihtiyat) askerliği çıktı. İkinci dünya savaşındaki ihtiyatlık askerliği bu. Babamın kendi hakkında kendi demesi ilginçtir. Derdi ki:
"Yay gibi gergin, kayış (kemer) gibi dolanıkdım".
Haytalık bu ya?
İhtiyat askerliğine gitmemek için, Taraklı'dan Bala'nın Fehmi Efendi, (İzmir Konak Meydanı'ndaki Postahâne'de Müdür) Maniplayı titreten Nazif diye de Nam vermiş. Babamı İzmir Konak Postahanesi'nde Müveyzi yapar. O zaman Babam Anneme nişanlıdır. Taraklı'dan üç Kocakarı Annemi İzmir'e getirirler.
1937-lerin İzmir'i. Orada müveyzi olarak "gül gibi" geçinip dururken, Büyükbabam Hayta Hafız'ı Halam da şivşirince, Babamı bir telgrafla Taraklı'ya geri çağırır. Onlar da geri dönmeye mecbur olurlar. Ancak Büyük Babamı oğlunu geri çağırmaya yönlendiren bir başka neden daha vardır. Babamla Annem, henüz İzmir'de iken, İzmir'e gezmeye gelmiş Taraklılı "Koca Kemal".
Taraklı'da emekli Osmanlı Zabiti İzmir'den döndüğünde zevzeklik edip dedeme der ki:
"Kızın Hatice'yi git de gör mantosunun düğmelerini açmış. ", der.
İşte bu "yakıştırma yüzünden de, İzmir'i bırakıp -gersin-geri- Taraklı'ya dönerler. Annemin aklı telgraf dağıttığında Babamın çantasından çıkan yerel armağanlardadır. Yıllarca şiir yazdım ama, hiçbirinde "babamın " çantasından çıkan narlar kadar kırmızı değildi.
Geri dönerlerken "tren" kıpkırmızı "nara" kesiktir. Felek seni ağlatmaya niyet etmesin. Anam narlarını unutur . . Çünkü "Gazi öldü" diye trende duyarlar. .
Demek ki 10 kasım 1938.
Bizimkiler İzmir'den Taraklı'ya geri dönüyorlar.
Şimdi ben tekrar "Gölpazarı'ndan yola çıkan ihtiyat askerine dönüyorum.
Gölpazarı'ndan çıkıp, Kuzgunlar (Taraklı'ya en uzak bahçeler) üzerinden Taraklı'ya -yaya- geldiğinde, Bala'nın sabahçı kahvesi açıktır. Molla Bayram da makamında, günlük ezberiyle meşguldür. Ona kulak verdiğinizde, anlatmaktadır ki:
"Zamanın dehrinde, Hamam Boğazı'ndan" meşhur Arap Seyyâhı, İbn-i Batu'da da geçmiştir. (M 1300) Geçtiği günün evvelinde sağanak yağan yağmurdan, Sakarya kudurup taşmıştır. Mekece'yi bile götüresi olduğu sanılır. Sakarya'yı SAL ile geçmekteyken, Manav'ın biri, coşkun sulara kendini kaptırıp boğulur. Neden sonra Taraklı'ya geldiklerinde, onları bir Ahi karşılar.
Demek ki o zamanın dehrinde, "Taraklı'da Ahiler" hizmet vermektedirler. Yalnız bu, tek kişilik ve tek sözcüklü bir hizmettir.
Fatih Sultan Mehmet'in Hocası,
Akşemsettin Hazretleri de, Taraklı'dan geçti. Kaç vakit namaz kılmıştır bilemeyiz ama, "Taraklı'nın kıblesini kapalı buldu diye duyarız. Hazret Göynük'e doğru yoluna devam eder.
Kendileri bugünkü "tıp ilminde kayıtlı bulgularla" donatılmışlardır. İncelemelerinde "mikrobtan" söz edişi, Avrupa'nın çok yoğun olarak büyücülükle uğraştığı yıllardadır. O devirde pozitif anlamda, mikrobu bulup güncellik kazandıran büyük âlim, emsalleriyle kıyaslandığında, aralarındaki büyük fark göze çarpar.
Kendileri Göynük'te rahmetli olup, oraya gömülüdürler. Hazretin, "Taraklı'nın kıblesini kapalı bulup", "az daha gidelim" deyişinde saklı tuttuğu hikmeti, "Taraklı' nın basiretinin de bağlı olduğundandır". Bunu imâ eden âlimin söylemek istediğini biz Taraklılılar umurumuzda yer bulamamışızdır.
Taraklı'da arif olan -varsa- anlamıştır. Aslında bakarsanız kıblemiz, -gidip görülebilir- Göynük'e kıyasen çok daha açık ve süzülmüş ceylan sütü gibi tertemizdir. Alimin muhitimizi bilmeyip (tecâhülkâr) beyânının nedeni, "basiretimizi" kalp gözü ile okumuşluğudur.
ATATÜRK 'ün Taraklı ile ilgisi şöyle ki:
Büyük önder 15 haziran 1922 günü Taraklı'dan geçmiştir. O günün akşamı Geyve'de sabahladıktan sonra, "Kocaeli Gurubunu" denetlemiştir. Fotoğraflar, Taraklı Belediye'si zimmetinde saklı ve sabittir.
Taraklı'da "İzzet Çavuş'un Kahvesi'nde, " (Muhtârlık) bir acı kahvemizi içmeleri, Taraklı'ya hasseten gösterdiği bu ilgi ve iltifâtın, Göynük'e rağmen niçin bizden esirgenmediği, hep sorulur.
Atatürk'ün Göynük'e ilgi duymadığı doğrudur. Göynüklüler'in Akşemsettin'in Hazretleri'nin gölgesine sığınıp, Kuva-i Mlliye'nin gıyabında Taraklı'yı bastıkları nasıl unutulur ?
Bu böyle olmamalıydı diyeceğim ama diyemiyorum. Mâsum sivili bırakın, Göynük Kaymakam'ının bile, "Göynük'ten kimin geçtiğini bilmemesini kim bağışlar. Kuva-i Milliye'ciliğimize kızan Göynük'lü çapulcular, 19 Nisan ile 1 Mayıs 1920 arası, Taraklı'yı basmıştır.
"Kendi küçük gönlü büyük Taraklı'ya" diye çekilen telgraf (bu deyiş Atatürk'e aittir) kendini savunurken, Göynüklüler'i (300 atlı) " geldileri Göynük'e gersin-geri" püskürtmüştür. Bu Göynük saldırısının ayrıntısını Taraklılı Akif Çavuş'tan çocukluğumda dinlemişimdir.
Taraklı'da "Pamuğun Kahvesi'nde, " (şimdi lokanta) arzuhalci olarak vefat ettiğinde, Akif Çavuş'dan geride" bozuk ve didiklenmiş daktilosu kalmıştır. Bu daktilo Akif Çavuşun oğlu İsmail Yıldıran'dadır. Ayrıca Atatürk'ün "kendi küçük gönlü büyük Taraklı'ya" diye çektiği telgrafın, Taraklı'da Akif Çavuş'un dünürleri "Bakkallar'da" kaldığı söylenir.
Taraklı'ya dönecek olursak:
Bu bir anlamda Taraklılı Cumhuriyetçilerle, Göynüklü Nahşibendi dervişlerinin çatışmasıdır. O günlerin Göynük'lüsü kendini, Taraklı'nın Cumhuriyet'çiliğine rağmen kendilerini daha fazla "Osmanlı" hissetmektedirler. Göynüklü'ler Akşemsettin Hazretleri'nin kendilerini koruduğuna inanmaktadırlar.
Tarihte "Ortadoks Rumların elindeyken Taraklı'nın adı "Dablis'tir". Sonra "YENİCE TARAKÇI" denmiştir. Bu belde, bugün "TARAKLI" diye anılan Sakarya İli'mizin bir kazasıdır. Bin yıldan beri, bu beldenin halkı, "Oğuz Türkü'dür. " Kendilerine "Manav. " derler. Bu tâbir "insanın yaratılışındaki "saldırganlığı " en son kullanan insan demeğe gelir.
Atalarımız İstanbul'un Sirkeci semtinde, Bizans'tan" 700 (yediyüz) hanelik bir mahalle rica ederler. Resmen ve siyâseten geçerli bu "Bizans'a aidiyet", tetkik isteyen, hassas bir konudur. Yani ki İstanbul'un Fethi'nden önce de biz, buralarda dolaşmış hatta efelenmişizdir de.
Buralardaki Çerkez, Abaza, Manav, Laz ve Gürcü köylerinde "muhabbet" denilen tertemiz âdetler vardır. Genç kız ve delikanlılar, bilinen bir muhitte toplanıp sohbet ederler. Bu farklılık gençlerde bir nevi kalite yarışına dönüşür. Yani "insan içine çıkmak, defterdeki emsallerinin arasına karışmakla olur. " Toplum içindeki isimlerini de öğrenirler. Büyükler lâkaplarıyla anılmaktan zevk alırlar, ama konuşmazlar.
İklimlerin paletinde, kültürümüzün kaynaşmasını kıskandığı için Arap, yaratılışımızdaki ayrıcalıklarla didişir. Ahlak evinizde bile liberal bir kavram haline dönüşür. . Buna karşın Manavlar'da ahlakın deseni, kızlarla delikanlıların bir arada bulunmasına izin vermez. Kültür hayatımıza da yansıyan bu farklılığın, Arab'a benzemekte sınır tanımazlığı, Arap gibi olma hevesi, Arab'ı taklitte biz, emsal tanımayız.
İşte kişilerin İslâmı algılamalarındaki ayrıcalıklar, bilhassa "Sünni" kültürde sertleşmiştir.
Taraklı'da "dile düşen" Leylâ da olsa, açıkta sersefil dolaşamaz. Bir yerlerde kimseciklere danışmadan kendi iklimine avdet edip, ağız tadıyla ölür. Akova sevdaları, türkülerden başka sığınak tanımaz. Aşık sırayı savınca, peşinden gelen kuşaklara, tandır başında, ağıt olup, türkü olup söylenir. Okunan hoyratlar dinleyen kervanı çöktürür.
Ahi Naci İşsever.
#