Taraklı Kazâsı, Kazkıran Geçidi, Kazâ (2)
Şehriyar sözüne uyanlardanız
Meydana girende yoktur korkumuz
Kazâya rızâ diyenlerdeniz
Köroğlu
Ben "kazâ"yı, bisikletten düştüğümde, bir yerlerim uf olduğunda, büyüklerin yanıma gelip, "kazâ oldu kazâ oldu" diyerek beni yatıştırdıkları, sonunda canımın acısıyla karışık duyduğum bu kelimeyi yeni yeni tanımışken; insanlar çarşıda toplanmış, düğün bayram eşliğinde, "kazâ olduk kazâ olduk" diyerek davullu zurnalı eğlenmekteydiler. Babam, kasabanın girişine, bir baştan bir başa asılmak üzere, büyük, uzun bezlere yazılar yazıyordu. Sebebi, "kazâ" olmuştuk.
Benim için kötü bir şey olan "kazâ" herkes için bir umut, mutluluktu. Kafamdaki bu karışıklık epeyi bir zaman devam etti. Taraklı kazası dendiğinde, ben bir yerlerden düşüyordum; dizlerim, dirseklerim parçalanıyor, her yerim kan revân oluyordu.
Sonraki yıllarda birçok kez şahit olmuştum. Bir Taraklılı, bir yabancıya Taraklı'dan bahsederken dudaklarından gurur ve başarı okunan bir edâ ile "Taraklı bir kazâdır" demeyi kesinlikle ihmal etmezdi. Bu cümle, sanki sınıf atladığımıza bir işaretti.
Hem benim çocuk zihnime, hem de şimdimize hitap edebilecek kazâ kelimesine biraz daha yakından bakmalıyız. Bu, lisanımız dolayısıyla duracağımız yeri tesbit etmek açısından temel bir nokta. Buna geçmeden evvel, bir önceki yayınladığımız "Kitap" yazısında yer yer bahsetmeye çalıştığımız gibi Türkçenin menbaıyla (Kur'ân-ı Kerîm) arasındaki kuvvetli irtibata değinelim.
Medreselerdeki, camilerdeki âlimlerin; tekke ve dergâhlardaki mutasavvıfların, evlerde ders yapan hoca kadınların, okuyup/okuttukları kaynaktan (Kur'ân) kelime ve mefhumları seçe seçe, bu çıkardıkları kavramları derslerinde, sohbetlerinde işleye işleye, îtikâdî zenginliklerini onunla tahkim ettikleri bir lisandır Türkçe.
Bizim bunu fark etmemiz çok zor bir şey değildir. Mushaf'ı asgari derecede okuyabilen herkes, orada geçen kelimelerin ekseriyetinin, konuştuğu yazdığı Türkçede hem lafzen hem de manen canlı bir şekilde bulunduğunu görecektir. Bu kelimelerin, başka yerlerden değil, Kur'ân'dan dilimize nüfuz ettiğini, sırf lafzına bakarak anlayabileceğimiz gibi, hayatın akışı takip edildiğinde de mananın nasıl canlı bir şekilde aktarıldığını görebiliriz.
Bu kelimeler, sadece medrese gibi kurumların tesirinde kalan sınırlı bir çevrede tedâvül etmez, en ücra köy ve kasabada yaşayan sıradan bir kimsenin dilinde, kıraathane sohbetlerinde, kadınların gündelik işlerinde, çocukların oyunlarında hayatiyetlerini devam ettirmektedir. Çünkü bu kelimeler lisanımızı, itikadi bir hüviyete rabteden alâmetlerdir. Bu sebepten, bu topraklarda, Kitap'la kurulan münasebet, konuşup yazdığımız dille kendini yerleşik kılmıştır.
Bu yazılar vesilesiyle yapılmak istenen, hem Türkçe ile Kur'ân arasındaki irtibatı sağlayan kelimeleri misallendirmek, hem de Türkçedeki bu kelimelerin birbirleriyle olan ilişkilerini görebilmektir. Böylece Türkçenin neye nispeti olduğunu fark ettiğimizde, ona karşı daha hassas bir nazar edinmemiz gerektiğini de anlamış olacağız.
Türkçe’de "kazâ" şeklinde telaffuz edilen "kadâ" kelimesi, (kelimenin aslında bulunan dat harfi bizde zâ olarak telaffuz edilmiştir) bir şeyi sona erdirmek, bitirmek, tamamlamak, hüküm, yargı kararı, yargı görevi, yargı gücü manalarına gelir ki kadı'nın/hâkimin görevi, işbu kazâ'dır.
Şâir Nâbî: "Olma Allah'ı seversen kat'â / Tâlib-i râh-ı kazâ vü fetvâ" (Allah'ı seversen kesinlikle fetvâ ve kazâ yoluna istekli olma) diyerek kişiye fetva ve hüküm verdiren kadılık/müftülük gibi makamlar dolayısıyla uyarmış. Hem âhiret mesuliyeti açısından, hem de yapılan işin dünyevî sonuçları dolayısıyla hüküm vermenin (kazâ) kişinin başına birçok belâyı açabileceğine işaret etmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de "kazâ" kelimesinin geçtiği birçok âyet bulunmaktadır. Hz. Meryem'in kendisine bir beşer dokunmamışken nasıl çocuğunun olacağına dâir Rabbi'ne yönelttiği suâlin cevabı, Allah'ın bir emri (işi) murâd etmesi, takdir etmesi olarak Âl-i İmrân sûresi 47. ayette şöyle geçer: "Kâle kezâlikillahu yahluku mâ yeşâu izâ kadâ emran feinnemâ yekûlu lehu kun feyekûn" (Buyurdu ki: Öyle, Allah neyi dilerse yaratır, o bir emri murâd edince/bir işe hükmedince, sade ona: Ol! der, o oluverir)
Türkçe'da "kazâ" (kadâ) kökünden ism-i fâil olan "kadı" (kâdî) fıkıh terimi olarak insanlar arasında meydana gelen anlaşmazlıkları ve davaları şer‘î hükümlere (islâm hukukuyla) göre çözümlemek için yetkili makamca tayin edilen kişiyi ifade eder. Mahkemelerdeki kadıların (kâzı), Kur'ân-ı Kerîm'den, hadîs-i şeriflerden çıkardıkları hükümleri (kazâ), hayâtın içerisine kendisiyle nakşettikleri lisanın adı Türkçedir.
Mutlak anlamda hüküm (kazâ) vermek Allah'a mahsustur. Kullar ise dünyada, ancak Allah'ın hükümleriyle hükmedebilirler. Bunu yapmadıkları takdirde de kâfir olurlar, zâlim olurlar, fâsık olurlar. Bu durumda Yûnus sûresi 93. ayette geçtiği gibi, İsrail oğullarının ihtilafa düştükleri meseleler hakkında Allah kıyamet günü aralarında hükmünü (kazâ/kadâ) verecektir:
"Fe mâhtelefû hattâ câe hümü'l ilmü inne rabbeke yakdî beynehum yevmel kıyâmeti fî mâ kânû fîhi yahtelifûn" (Nihayet ihtilâf etmeleri de kendilerine ilim geldikten sonra oldu, şüphe yok ki o ihtilâf edip durdukları şeylerde rabbin kıyâmet günü aralarında hükmünü verecek)
Hz. Mûsâ'nın karşısına Firavun tarafından çıkarılan sihirbazların, iman etmeleri, Firavun'un otoritesini zayıflatmış. Kendisinden izin alınmaksızın Harun'un ve Musa'nın Rabbi'ne iman edilmesine sinirlenen Firavun, sihirbazların elleri ve ayaklarını çaprazlama keseceği, onları hurma direklerine asacağının tehdidinde bulunmuştur. Buna karşı henüz yeni iman etmiş sihirbazlar, Firavun'a şu cesur cevabı vermişlerdir: "Fakdi mâ ente kâdin, inne mâ takdî hâzihil hayâted dünyâ" (Artık neye hükmün geçer, ne yapabilirsen yap, senin olsa olsa bu dünya hayatında hükmün geçer) Bu ayette (Tâhâ sûresi 72), "kadı" (kâdi) kelimesi bir kez, kazâ kelimesi de iki kez geçmektedir.
Türkçede, herkesin dileğini/hâcetini yerine getiren anlamında, Cenâbıhak için kullanılan "Kâdiyü'l-hâcat" kelimesi de vardır ki Eşrefoğlu Rûmî'nin mısralarında şöyle yer alır: "Her kula kâdiyu'l-hâcat ol durur / Âlimü's-sırri'l-hafiyyât ol durur" (Her kulun ihtiyacını yerine getiren Allah'tır / Gizlilikleri, sırları bilen, âlim O'dur)
Türkçede, Kadı (çoğulu kuzât) ve asker kelimelerinden oluşan "kazasker" (Osmanlı'da Anadolu ve Rumeli kazaskeri vardır) kavramı da kadıların başındaki, ilmiye sınıfının en yüksek rütbelerinden biri olarak kullanılır.
Kelimenin anlam açısından tarihi, ordu başındaki her türlü meselenin çözümüyle bizzat ilgilenen Hz. Peygamber (A.S)e kadar dayanmakla birlikte, kaynaklar bir müessese olarak kazaskerliği (kadıcünd) Hz. Ömer (R.A)e dayandırmaktadırlar.
Ayasofya Camii'nin duvarlarındaki 7.5 metre çapındaki lafza-i celâl, ism-i nebî, ilk dört halife ve Hasan-Hüseyin isimlerini büyük yuvarlak hat levhalarına yazan Kazasker Mustafa İzzet Efendi'yi anmadan geçmeyelim. Dünyanın en büyük hatlarının bulunduğu bu levhalar, caminin içinde çatılmıştır. Cami 1934 senesinde müzeye dönüştürülürken levhalar kapılardan çıkartılamadığından on beş yıl yerde, duvara dayalı olarak tutulduktan sonra 1949’da tamir edilip tekrar yerlerine asılmıştır.
İdarî teşkilâtta, vilayetin altındaki yönetim birimi olup ilçenin karşılığı olarak kullanılan kelimeye de "kazâ" denir. Eskiden kadı'nın hükmü altındaki yerdir.
Sakarya'nın Taraklı kazâ'sının 800 rakımlı bir mevkii olan Kazkıran geçidinin ismi de bir halk rivayetine göre kazâ kelimesiyle ilişkilidir. Kışın, yolcular için zorlu bir yol olan Kazkıran geçidinden, askerlerle geçen bir kadı'nın belki de kazaskerin; soğuk hava şartları dolayısıyla kırılmalarından sonra kadı ve kıran kelimelerinin birleşmesiyle (Kadı-kıran) halk tarafından bu mevkinin adı "Kazkıran" olarak anılmıştır.
İşte belki Kazkıran'da yaşandığı gibi kimsenin kastı olmadan ortaya çıkan, zarara veya can kaybına sebep olabilen hâdiseler için de Türkçede kazâ kelimesini kullanıyoruz. Türkiye'de daha çok trafikte yaşanması dolayısıyla (son on yıldır işçi kazâları da dikkat çekmektedir) neredeyse trafikle özdeş kılınacak bu kavramın yerine, bugün Araplar farklı bir terkip kullanarak: "hâdisu seyyara" (araba hâdisesi gibi) demektedirler.
Türkler, "kazâ" kelimesini tercih etmişlerdir. Bu da kaderin, Allah tarafından ezelde tâyin ve tespit edilen biçimde ve zamanda gerçekleşmesini ifade eden kazâ kavramının Türkçenin elinde/ilinde îtikâdî taraftan okunmasıdır. Evet, bir hâdise/olay yaşanıyor. Ancak sen o hâdiseyi, "kazâ" olarak okuduğun için hâdiseyi iman nazarıyla değerlendirip ona "kazâ" diyorsun.
Büyükler, kazâ gelince fezâ daralır, derler. Kazâyı da bu anlamıyla Türkçede iki şekilde isimlendirmekteyiz: "kazâ-yı muallak" (değişebilen kader) ve "kazâ-yı mübrem" (kaçınılmaz kader) Ahmet Avni Konuk, bu mefhumları şöyle açıklar: "Kazâ-yı ilâhî dahi ya mübrem veya muallak olur. Kazâ-yı mübremin tebeddülü (değişmesi) mümkün değildir; fakat kazâ-yı muallakın tebeddülü câizdir."
Yine Türkçede, istemeden olumsuz bir duruma sebep olunmasını "kazâen" (tenvinli) "ezkazâ" (Farsça ez- "-den" ekiyle) "kazârâ" (Farsça -râ eki eklenmiştir) kelimeleriyle karşılarız. Kazâ geçirmiş kimseye de "kazâzede" (Farsça -zede ekiyle) deriz.
Birçok yerde kazâya rızâ göstermenin öneminden bahseden mutasavvıflar, şunu da açıklamışlardır. Allah'ın kazâsı olan her şey, râzı olunması câiz veya vâcip olan cinsten değildir. Günahlar ve Müslümanlara ezâ veren hususlar böyledir.
Mesela "Cenâb-ı Hakk’ın vuku bulmasını irade ettiği bir iş, aynı zamanda kulun da iradesiyle meydana gelmişse ve şer vasfı taşımışsa bu işte Allah’ın iradesinin etkisi var diye şerrin kendisine rızâ gösterilmez.
Bununla birlikte işin vücut bulmasında (kazâ), Allah’ın iradesinin mevcudiyeti kabul edilir ve kulun fiiline değil, ilâhî sıfata yönelik olan bu kabul rızâ mânasına gelir. İlâhî kazâ gelmeden ve hâdiseler ortaya çıkmadan önceki rızâ ve tevekkül doğru değildir. Çünkü bu tavır sadece rızâya talip olmaktan ibarettir ve rızânın kendisi değildir." Resûl-i Ekrem bir duasında “İlâhî, 'kazâ'ndan sonraki rızânı niyaz ediyorum” demiştir.
Yazımızın başında paylaştığımız Köroğlu dörtlüğünde de görüleceği üzere: "Muhannetlik etmek değil kârımız / Şehriyar sözüne uyanlardanız / Meydana girende yoktur korkumuz / Kazâya rızâ diyenlerdeniz"
Türkçede, Kazâ ve rızâ kelimeleri arasında çok önemli bir bağ vardır. "Rızâ, kula nisbet edildiğinde, Allah’ın kazâ ve kaderini itirazsız benimseme mânasını taşır." Türkçede nerede kazâ'yı görürsek orada rızâ'yı buluruz. Bu, âlimlerimizin, mutasavvıflarımızın lafız ve anlamıyla Türkçeyi Kur'ân-ı Kerîm'den çıkardıklarının bir ispatıdır.
Zamanında yapılmayan ibâdetlerin, şeriatın gerektirdiği kurallara uygun olarak daha sonrasında yapılmasına da Türkçede "kazâ" (kazâ etmek) denmiştir. Vaktinde kılınamamış namazın, tutulamamış orucun "kazâ"sı icap eder ki kelimenin kök anlamındaki bir şeyi yerine getirmek, tamamlamak manası taşır.
Taraklı'da, ağızlarda kullanılan kelimelere pek benzeyen çokça kullandığımız, fakat dikkat etmediğimiz bir kelime var ki onun da kazâ kelimesiyle aynı kökten geldiğini görmekteyiz: "takaza." Bizim Taraklı'da daha çok atışma, çekişme anlamında kullandığımız bu "takaza" kelimesi, bundan çok daha fazla anlamı içermektedir. "serzeniş, azarlama, başa kakma, alacağı için borçluyu sıkıştırma, zorlama, zorlayarak isteme, istek, talep, alaylı iğneli sözler..."
Sâmiha Ayverdi'nin bir metninde, kelime (istek anlamında) şiirsel ifadeye oturur: "Hayâtın sebebi aşktır; mükevvenat (varlıklar) da aşkın takazası (arzusu) sebebiyle tekevvün etmiştir." (oluşmuştur)
Yine Türkçede, "gerekmek" manasında kullandığımız "iktizâ" kelimesi de "kazâ" kelimemizle aynı kökten türemiş (müştak)tir. Lüzum ve ihtiyaç anlamında da kullanılan bu kelime, "gerekmek" manasında Cenap Şahâbeddin'in bir metninde şöyle geçer: "Bâzan başkalarını nezâkete mecbur etmek için kaba görünmek iktizâ eder."
Gerekli olan, lüzumlu şey, lâzım anlamında kullanılan "muktezî" kelimesi de kazâ'dandır. "Mâni ve muktezî teâruz ettikte mâni takdim olunur" (Bir engel ile bir "gereklilik" aynı anda ortaya çıkarsa, engel tercih edilir) kâidesinde bu kelimenin hukukî misalini görmekteyiz. Paraya çok sıkıştınız (ihtiyaç/muktezî) ve size yed-i emin olarak bırakılmış hacizli (mâni/engel) eşyanız var. İhtiyacım (muktezî) vardı diye o malı satamazsınız, çünkü o mallar hacizli (engel)dir.
Muktezâ kelimesi de bir şeyin gereği olan, gereken, lâzım gelen şey, îcap manasına gelir ki o da "kazâ"dan türemiştir. Konuşurken mukteza-yı hâle mutabakat, muhatabın hâlinin gereklerine uymak demektir. Bir sözü muhatabının seviyesine göre söylemek îcap eder. Muktezayât-ı siyaset: siyâsetin gerekleri, muktezayât-ı zaman: zamanın gerekleridir.
Hükmetmekten gelen "kazâ" kelimemizden türemiş bir diğer kelime de "kaziye"dir. İleri sürülen iddiâ, dâvâ, mesele, husus manalarıyla birlikte; mantık ilminde önerme, matematikte ise ispatı kâbil iddiâ olarak kullanılmaktadır.
Özellikle borçlar hukukunda kullanılan "inkızâ" kelimesi de kazâ (borcunu ödemekten)dan türemiştir. Türkçede, vâdesi ve müddeti tamam olma, bitme sona erme manası kazanmış bu kelime Cevdet Paşa'nın metninde şöyle kullanılır: "Ücret eğer şehriye (aylık) yahut seneviye (senelik) gibi bir vakt-i muayyen (belirli bir vakit) ile mevkut (vakti belli olmuş) ise lüzûm-ı îfâsı (ödeme gereği) ol vaktin inkızâsındadır (bitimindedir).
Son olarak yine kazâ kelimemizden türemiş olup daha çok ilmihallerde geçen "makzî" kelimesinden bahsedelim. Ödenmiş, kazâ edilmiş, tamamlanmış, kazâ ve kader sonucunda ortaya çıkan anlamında kullanılan "makzî" kelimesi; ıstılâhî (terim) anlamında Ömer Nasuhi Bilmen'in İlmihâl'inde şu şekilde geçer: "Kazâya rızâ, makzîye rızâyı îcap etmez." Yani "bir insan bir günah işlemek ister. İradesini, kudretini o günah tarafına sarf eder. Allah Teâlâ da dilerse bu günahı o insanın arzusuna göre meydana getirir. İşte bu günah, Hak Teâlâ'nın rızasına muhalif olduğundan buna râzı olamayız."
Kazâ kelimesiyle birlikte kullanılan Türkçede birçok deyim, tabir mevcuttur: "Elinden bir kazâ çıkmak, kazâ atlatmak, kazâya kalmak, kazâ geliyorum demez, kazâ kurşunu, kaza oku (sihâm-ı kazâ)..." Türkçede, kazâ kelimesine bu kadar yer verilmesinin temel sâiki, hiç şüphesiz Kur'ân-ı Kerîm'dir.
Bu kelimenin çeşitli türevleriyle âyetlerde geçiyor olması, dillerini Kur'ân'a göre biçimlendiren Türklerde, kelimeye sadâkati (tasdik) iktizâ etmiştir ve görüldüğü üzere kazâ kelimesi bütün zenginliğiyle Türkçede yerini almıştır. Bu kelimeye olan sadakat, hiç kuşkusuz Allah'a ve resulüne olan bağlılığın bir neticesidir.
"Ve mâ kâne li mu’minin ve lâ mu’minetin izâ kadallâhu ve resûluhu emran en yekûne lehumul hıyeratu min emrihim, ve men ya’sıllâhe ve resûlehu fe kad dalle dalâlen mubînâ"
(Allâh ve Resulü, bir işte hüküm verdiği (kazâ) zaman, artık inanmış bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur) Ahzâb Sûresi 36
#