Bohçadaki Babaanne
Taraklı yollarının kapanabileceğini düşünerek her zamankinden biraz daha erken, günün ilk ışıklarıyla yola çıkmıştım. Yolda kalanlar, yoldan çıkanlar, trafik kazaları, çekiciler... tuz kamyonları bile bastıran kara hazırlıksız yakalanmıştı. Belki hafife almışlardı.
Birkaç kez arabam kaysa da yolda kalmadım, ancak Taraklı-Geyve arasını ağır ve temkinli bir şekilde geçmem, Sapanca'ya varışımı biraz geciktirdi. Öğrenciler sınıfa yeni girmişti. Sırt sırta, balık istifi çıkılan sınıf pencereleri, çocuklar için birer mutluluk camına dönüşmüş, heyecanlı gözler, buğulu camlardan gökyüzüne doğru uzanarak kar tanelerinin düşüşünü seyrediyordu. Sınıfa girdiğimi kimse fark etmedi bile. Oysa toprakta görünmez ateş, efsunlu cemre, öğleye kadar bütün beyazlığı suya döndürecekti.
Çocuklarınki, zamanla azalan bir mutluluk... Kar eridikçe üzülen, yığıldıkça biriken mutluluk. Kar, kararmakta şimdi. Hepimiz öyle değil miydik?
İlk ders, birinci sınıf öğrencilerinin pencereden sarkan teneffüs hayaliyle geçiverdi.
Okulun bahçe duvarlarını çevreleyen servi fidanlarının dalları arasında kalan küçük kar parçacıklarını minik elleriyle toplayarak bir kartopu oluşturabilme sevincindeki çocukları, pencereden seyreden artık bendim.
Çocuğunu sıkı kontrollerle okulda da yalnız bırakmayıp her şeyine yetişebilmenin, ona başarı getireceğine inanmış sorumlu bir annenin: "Hocam, çocukların bu havada çıkmasına niçin izin verdiniz? " sorusuna "Son kar hanımefendi" diyerek cevap verdim.
Elbette çocukların hepsi dışarıda değildi. Aç karnına gelenlerin menzili her zamanki gibi kantindi.
Sabahleyin evinde iştahla kahvaltı yapıp okula gelen çocuk sanırım pek azdır. Bir an evvel işe yetişebilmek için evden çıkan anne babaların durumuna bakıp ağzına ilk lokmasını okul kantininde atan çocukların ekseriyette olduğunu söyleyebiliriz.
Daha çok da ilk dersin teneffüsünde okul kantininde uzayan sıra, evde yapılamayan kahvaltılara bedel sıkışık bir sıradır. Çocuğuna beslenme çantası hazırlamaktansa cebine beş lira bırakmak, ebeveynler için uykudan ziyade, vakitten tasarruf, işten kâr sağlamaktadır.
Yumurtayı kaynatmak, ekmeği yağlamak, bir parça peynir, birkaç zeytin, biraz reçel, temiz küçük bir örtü... Bunları ihtimamla, neşeyle bir çantaya sığdırmak; dünyayı her an avucundan düşürmeyen ebeveynler için gereksiz bir meşakkattir artık.
Bir tost, bir kola, bir çikolata ve çiklet... hepsi beş lira.
Midesi bulanan çocukların tamamı, eğer bir hastalığı yoksa, kahvaltı yapmamış çocuklardır. İlk ders saatinde yaşanan bu bulantıyı, teneffüste kantine göndererek kesebilirsiniz. Can boğazdan gelir.
Çocukların azıcık karın bereketiyle nasıl da oynadıklarını sınıf penceresinden seyrederken okulun demir kapısından içeri yaşlı bir kadın girmekteydi. Elinde bir bohça vardı. Sanki yolunu şaşırmış da az sonra yanına gidecek nöbetçi öğretmenin, yanlış geldiniz teyze, uyarısıyla geri döneceğe benziyordu. Belli ki hızlı gitmek istediğinden ayaklarını seri bir şekilde hareket ettiriyor, ancak yeteri kadar açılmayan bacaklarının zorlanmasına rağmen peş peşe çok küçük adımlar atarak binaya doğru gittikçe yaklaşıyordu.
Koşturan, kartopu fırlatan çocuklardan birinin her an azizliğine uğrayacağından korktuğum kadının, bir çizgi halinde, etrafa aldırmaksızın merdivenlere ulaşan küçük adımları, cuma minberine çıkan imamlar gibi bir adım dâima önde ilerleyerek dura dura merdivenleri tırmanmaktaydı.
Merdivenlerin bittiği yerde, soluklanmak için kadın bir an durdu derken okulun kapısından bir kız çocuğu dışarıya atıldı ve yaşlı kadının elinden bohçayı kaparak hızla içeriye girdi. Şimdi kahverengi pardösüsü, solmuş gül kurusu şalıyla kadını daha yakından görmekteydim. Elinde boş bir bohça vardı. Kız çocuğu o kadar hızlı hareket etmişti ki ben sadece dolu bohçayı alışını yakalamıştım. Oysa boş olanı da yaşlı kadına vermişti.
Nasıl çıktıysa aynı şekilde indi merdivenlerden. Aynı çizgide bahçeyi küçük adımlarla yürüdü. İnce, narin bir çiçek dalı gibi zayıf ve kırılgan iskeletine hafiften dokunacak bir çocuk omzu yahut yumuşak bir top darbesi, onu yere düşürmeye yeterdi. Endişeyle okul bahçesinden dışarıya çıkışını gözledim.
Tekrarı her gün yaşanan yaşlı kadın ve çocuğun biteviye alışverişlerini, nihayet kızın sınıf öğretmeninden dinleyebildim. O da yaşlı kadının komşusu olan başka bir öğrenci velisinden dinlemişti.
Bahçeli, müstakil bir evde yalnız yaşayan bu yaşlı kadının tek bir oğlu varmış. Her gün beslenme taşıdığı kız da bu oğlunun kızı. Oğlu, babasının ölümünden sonra annesinin yalnız başına kaldığı bu evi, bir müteahhide vermek istemiş. Kadın ikna olmayıp: "Hatırası var, ben ölmeden satılmaz" demiş.
Oğul, anneye küsmüş. Anne, sözünden dönmemiş. O günden beri de geliş gidiş kalmamış yaşlı kadına ve tabiî kadının çok sevdiği bu kız çocuğunu görme imkânı da...
Bir minibüs vasıtasıyla her gün okula beslenme getirmek bahanesi olmuş kadının... Öğretmen, bu kız çocuğunun kahvaltı için evden her gün harçlık aldığını, ama babaannesinin getirdiği beslenme bohçasındakileri yiyerek öğleden sonra da kalan parasını harcadığını söylüyor. Aile de beslenme bohçasından habersizmiş gibi davranıp kantinden kahvaltılık bir şeyler alması için çocuğuna her sabah fazladan bir harçlık vermeyi sürdürüyormuş.
Küçük kızla babaanne arasındaki alışverişe üç maymuncasına davranan ebeveynden ziyade benim zihnimi kurcalayan asıl şey, babaanneyle torununun konuşup sohbet ettiklerine hiçbir sabah şahit olamamak. Kız, kaptığı gibi beslenme bohçasını fırlayıp içeri giriyor; babaanne de bir gün önce getirdiği boş bohçayla dâima geldiği yoldan mekanik hareketlerle geri dönüyor.
Neden konuşmuyorlar?
Bunu bilmiyorum, ama bohçanın içinde ne olduğunu
öğrenirsem bu ikisi arasındaki gizli dili belki çözebilirim.
#