Taraklı'ya İkinci Meydan Dayağı: Rüştiye (10)
Taraklı'nın yalnız kendine has bir nitelik taşıyan, aslî mekânları üzerinde; piyasaya uygun, hazırlop, taklit projelerle keyfe-mâ-yeşâ tasarrufta bulunulmasından bıktık, usandık artık.
Yunuspaşa Camii önünde Taraklı'ya atılan meydan dayağı, anlaşılan yeterli gelmedi ki şimdi ikinci ve üçüncüsünü Rüştiye Sokağı'nda tekrarlamanın eşiğindeler.
Yedi yüz kırk gün önce "Taraklı'ya Meydan Okumak" ismiyle yazdığımız yazıyla Taraklı Kent Meydanı projesinin Taraklı'ya nasıl bir darbe vurduğunu çeşitli cihetlerden izah etmiştik. O yazıda söylenen her şey, noktası virgülüyle bugün Rüştiye Sokağı'nda yapılan meydan çalışmaları için de geçerlidir. Bu sebeple tekrara düşmek istemiyorum, ancak Rüştiye Sokağı'yla alâkalı kısaca şunları söylemekten de kendimi alamıyorum.
Birincisi, bütün çocukluğumun geçtiği, evimin olduğu Alt ve Üst Rüştiye Sokak dediğimiz her iki sokakta da meydan yoktur. Meydan olmayan yere, meydanmış gibi mekân üzerinde lalettayin muamelede ve müdahalede bulunulamaz.
Tarihi hamamın önündeki boşluğa "Hamamönü", Rüştiye Mektebi yanında kalan boşluğa ise "Rüştü(iye)önü" denmektedir. Buralar, kentlerde büyük kitleleri toplayan meydanlar gibi bir alana karşılık gelmez. Dolayısıyla o kentlerdeki meydanları dizayn eder gibi Taraklı'daki meskûn bir mahallede, bir sokakta buluverdiğin herhangi bir boşluğu paket projelerle tasarlayamazsın. Sokağın ortasına oturma bankları, ahşap büfe, süs havuzu, pergola (Kocabıyık meydanında kedi köpeğin yattığı, motosiklet çekilen pergola/cam-çardaklar ne işe yarıyorsa) koyamazsın.
Mahalleler, kentlerdeki meydanlar gibi yabancı insanların cirit attığı, istedikleri gibi rahat bir şekilde hareket edip oturup kalkabilecekleri mekânlar değildir. Mahallenin, sokağın, evin bir mahremiyeti vardır. Türkler, asırlardan beri şehirlerini bu hassasiyetle yaşatmışlardır. Bugün kentler böyle değil, , Sakarya böyle değil diye Taraklı'nın da mı öyle olması gerekiyor.
Alt ve Üst Rüştiye Sokak dediğimiz mahal, Taraklı'nın en eski, en zarif, mimari açıdan en zengin, geçmişte yaşamış insanları açısından belki en kültürlü insanların yaşadığı, birkaç tane medresenin ve Rüştiye okulunun bulunduğu bir mekândır.
Dikdörtgen bordür ve andezit taşları, granit küp taşları, parke-kilitli taş... elbette yerinde kullanıldığında bir işlevselliği, bir güzelliği ortaya çıkarabilir, taşa düşmanlık olmaz. Peki bu taşların Taraklı'da nerede ve ne için kullanıldığı noktasında bir işlevsellikle beraber bir güzelliğin, uyumun gözetildiğini söyleyebilir miyiz?
Hattat Saim Özel Sokağı, granit küp taşlarla döşenmişken hemen yanındaki Yunuspaşa Camii mezarlık duvarının olduğu sokak dere taşlarıyla döşenmiş. Aydınlı İsa'nın eviyle dergâhın arası andezit taş... (Bu arada Yunuspaşa'nın mezarlık duvar taşlarının çizgili koyu ve açık pembeye boyanmış olması uzun zamandır kimsenin dikkatini çekmiyor.) Doncak'ın (çamaşırhane) duvarları, kültür taşlarıyla çok güzel yenilenmişken aynı Doncak'a açılan Handan Teyze'nin konağına inen sokağa alâkasız bir biçimde granit küp taş sıralanmış.
Araba geçmeyen yerlere dere taşı dizdikleri mantığı üzerinden düşünürsek Bursalı Hacı İbrahim'in evinin arası yani Hacı Rıfatlar Konağı'na inen ara sokaktan araba geçmiyor, ancak oraya da granit küp taş döşenmiş. Eskiden Rüştiyeönü'ne inen tüm sokaklar standardizasyondan uzak rengarenk dere taşlarından oluşuyordu. Ekonomide standardizasyon (taş satmak) tabii ki pek çok fayda sağlar, ancak mahallenin ruhunu, mahalleden taş(dış)layarak...
Görsel ve ışık kirliliğinden uzak durulması gerektiğini kendi cittaslow felsefelerinde işlerken diğer yandan Rüştiye Sokağı'na nasıl bir ışık cümbüşü bağlandığına ancak şaşılır. Aynı sokaktaki Tarihi Hamam'ın senelerdir bekleyen içler acıtan hâlinden hiç bahis açmayalım.
Taraklı'daki tarihi evleri restore ederken bir taraftan aslına uygun davranmak gerektiğini söylemek, diğer taraftan tarihi sokaklarda bırakılmış boş alanların aslına uygun olmayan bir şekilde restorasyona tâbi kılmak nasıl îzah edilebilir? Nasıl bir ihtiyaçtır ki belki asırlardır akan Değirmen Suyu'nun kenarına, yani akarsuyun yanına iki tane süs havuzu yapılıyor!
Rüştiye ve Hamamönünde ecdâdın bırakmış olduğu bu “kasıtlı/bilinçli boşluklar” anlamsız mı ki oraları çeşitli objelerle turistlerin oturup kalkacağı bir mekâna dönüştürme çabası içerisine girilmiş. Mekândaki anlamlı boyutsal ilişkiler, bu bırakılmış boşlukla oluşturulmuyor mu? Mevlâna buna, zıtlar zıtlardan zuhur etmekte, hânendenin bestedeki duraklaması, sese kuvvet vermiyor mu? der.
Taraklı, şu an restorasyonda olan Rüştiye Sokağı üzerinden yapabileceğim bir genellemeyle iki şey arasında gidip geliyor sürekli:
Ya senelerdir çamurun, lağımın içerisinde, bataklıkta boğulan bir Rüştiyeönü ya da piyasa ekonomisinin müteahhit cevvalliğine teslim edilerek betona çakılan bir Rüştiyeönü.
Biz gerek Kocabıyık Çaybahçesi, gerek mezkûr diğer mahaller için mutedil, vasat, orta-yol bir teklifte bulunduk: Islah. Önceden nasıl idiyse kodlarıyla oynamadan, mekâna uygun, temiz bir ıslah.
Bundan birkaç sene önce evine misafir olduğum Taraklılı bir mimar ağabey, yaklaşık kırk yıl evvel mimarlık fakültesinden hocasıyla Üst-Rüştiye Sokak'tan geçerken hocasının kendisine söylediği şu sözü gözleri yaşararak anlatmıştı: "Evladım, bu taşları oturup sevin. Sakın kimseye elletmeyin!"
O günden bugüne birçok belediye beton atma yarışına girdi Taraklı'ya. En büyük belediyenin de rüşd'ünü ispat etmesini beklerken daha da çocuklaşan belki şımarıklaşan bir duruma gelindi. Kamuoyuna sunulmamış, fotoğraflarını basının görmediği bu proje, her zamanki gibi istişareden uzak bir oldubittiyle hızla ilerliyor.
İşte bu vesileyle hiç değilse kelimelerimize sahip çıkmak nâmına, "Kur'ân'dan Türkçe'ye, Türkçeden Kur'ân'a Kelimeler" başlıklı yazılarımızın onuncusu olacak rüşd kelimesine eğiliyoruz.
Rüşd kelimesi, sözlükte "azgın olmanın hilâfı" olarak "doğru yolu bulma, doğru yolda gitme; doğru düşünecek, ayırt edecek seviyede olma, olgunluk; bulûğa erme" manalarına gelmektedir. Bir hukuk terimi olarak rüşdünü ispat etmek ise "kanun karşısında medeni haklarını kullanacak yaşa gelmiş olmak"tır.
Rüşd kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de hem Allah’a hem insanlara nisbet edilmektedir. Bakara sûresi 256. âyette kelime şöyle geçer:
"Lâ ikrâhe fîd dîni kad tebeyyener ruşdu minel gayyi, fe men yekfur bit tâgûti ve yu’min billâhi fe kadistemseke bil urvetil vuskâ, lânfisâme lehâ, vallâhu semîun alîmun"
(Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O hâlde, kim tâğûtu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir)
"Kişinin mallarını uygun biçimde koruyup harcamasını sağlayan fikrî olgunluk anlamında fıkıh terimi" olarak da kullanılan rüşd kavramı, bu manasıyla Nisa sûresi 6. âyette şöyle geçmektedir:
"Vebtelûl yetâmâ hattâ izâ belagûn nikâha, fe in ânestum minhum ruşdenfedfeû ileyhim emvâlehum"
(Yetimleri deneyin. Evlenme çağına (buluğa) erdiklerinde, eğer reşidolduklarını görürseniz, mallarını kendilerine verin)
Rüşd kelimesi, sırasıyla Mehmet Âkif ve Nedim'in aşağıdaki mısralarında şöyle geçer:
Din nâmına tazyîki çocukmuş diye çekmiş
Millet bu sefer rüşdünü isbât edecekmiş
Bu rütbe ‘akl ü rüşde mâlik olmak nice mümkindir
Bir âdem Bû ‘Alî yâhud Aristo olsa da farza
(Bir insan İbn-i Sîna yahut Aristo da olsa / Bu rütbede akıl ve rüşde sahip olmak nasıl mümkündür)
Aynı kökten gelen Türkçedeki bir başka kelime de reşid'dir. "Doğru yolu bulan, doğru yoldan giden, doğru düşünen, doğruyu ayırt edecek seviyede olan kimse; ergin" manasına gelen bu kelime aynı zamanda "Her şeyi, hiçbir yardımcı olmadan ezelî takdirine göre yerli yerine koyan ve en doğru şekilde nizâma sokan, nizam ve hikmet üzere sonuca ulaştıran" manasında esmâ-i hüsnâdandır.
Hûd sûresi 87. âyette reşîd kelimesi Hz. Şuayib için şöyle geçer:
"Kâlû yâ şuaybu e salâtuke te’muruke en netruke mâ ya’budu âbâunâ ev en nef’ale fî emvâlinâ mâ neşâu , inneke le entel halîmur reşîdu"
(Dediler ki: Ey Şu'ayb! Babalarımızın taptığını, yahut mallarımız hakkında dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor. Oysa sen gerçekten yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın)
Allah'ın en güzel isimlerinin birlikte geçtiği Ahmedî'nin aşağıdaki beytinde kelime şöyle geçer:
Hem hakem hem adl-durur hem muîd
Mübdî vü hâdi-durur ol hem reşîd
Osmanlı döneminde "şeker ve nişasta ile yapılan bir tatlı çeşidi" olan reşîdiye de aynı kök üzere türetilmiş bir kelimedir.
Osmanlı'da sıbyan mektebini bitirip diploma alanların girebileceği Padişah II. Mahmud tarafından açılan ortaokul derecesindeki okullara Mekâtib-i Rüşdiye denmektedir. 1898-1904 yıllarında Taraklı'nın idari olarak bağlı olduğu İzmit Sancağı'nda 8 adet rüştiye bulunmaktadır. Taraklı'daki rüştiye mektebinde 39 talebe bulunmaktadır. Gürhan Korkmaz'ın aktardığına göre Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde, 1897 tarihli bir belgede Taraklı Rüştiyemuallimi Ömer Efendi, görevini lâyıkıyla yerine getirmediğinden dolayı Taraklı eşrafı tarafından Maarif Nezareti'ne şikâyet edilmiştir.
Kelime, Âkif'in "Küfe" şiirinde şöyle geçer:
O anda mekteb-i rüşdiyyeden taburla çıkan
Bir elliden mütecaviz çocuk ki, muntazaman
"Doğru yola girme, hak yolunda yürüme" manasındaki reşad kelimesi de diğer kelimelerle kökteştir. Hatta Sultan V. Mehmed Reşad için bastırılan altın da reşad altını olarak kullanılmaktadır.
Hz. Musâ'ya olan imanını, Firavun'un yanında gizli tutmaya çalışan mümin kimsenin anlatıldığı Mü'min sûresi 38. âyette reşâd kelimesi şöyle geçer:
"Ve kâlellezî âmene yâ kavmittebiûni ehdikum sebîler reşâdi"
(İnanan adam dedi ki: Ey kavmim, bana uyun, sizi doğru yola götüreyim)
Muallim Nâci: "Reşâdı anlamaz âdem dalâli anlamadan" diyerek şaşkınlığı, sapkınlığı anlamayanların; doğru yolu, hidayeti de hakkıyla anlayamayacağını ifade etmiştir.
Yine Niyâzi Mısrî'nin bir mısraında kelime, yol göstermek manasında şöyle geçmektedir:
Müşkilim var size ey Hak dostları eylen reşâd
Kim cevâbın veren olsun Hak katında ber-murâd
"Olgun, erişkin; doğru yola giden, hak yolu kabul eden; hak dini kabul etmiş kimse" manasındaki râşid kelimesi de aynı kök üzere türetilmiş diğer bir kelimemizdir. Kelimenin çoğulu olan râşidin ise "doğru yolda olanlar" manasında dört halife için kullanılan hulefâ-yı râşidin terkibinde kullanılmaktadır.
Hucurat 7. âyette, kelime çoğul şekliyle şöyle geçmektedir:
"Va’lemû enne fîkum resûlallâhi, lev yutîukum fî kesîrin minel emri le anittum ve lâkinnallâhe habbebe ileykumul îmâne ve zeyyenehu fî kulûbikum, ve kerrahe ileykumul kufre vel fusûka vel isyâne, ulâike humur râşidûne"
“Bilin ki, aranızda Allah’ın elçisi bulunmaktadır. Eğer o, birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize güzel göstermiş; inkârı, fasıklığı ve İslâm’ın emirlerine karşı çıkmayı da çirkin göstermiştir. İşte bunlar doğru yolda olanların ta kendileridir.
"Doğru yolu gösterme; mânen aydınlatma, hak yolunu gösterme, gafletten uyandırma" manasındaki irşâd kelimesi de aynı kök üzere türetilmiştir.
İrşad kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'de doğrudan geçmemektedir, ancak buna yakın bir manada, aynı kökten türemiş birçok kelime geçmektedir. Mesela Kehf sûresinde Ashâb-ı Kehf'in anlatıldığı 10. âyette kelime (raşeden) şöyle geçmektedir:
"İz evâl fityetu ilâl kehfi fe kâlû rabbenâ âtinâ min ledunke rahmeten ve heyyi' lenâ min emrinâ raşeden"
(O vakit ki o gençler, mağaraya sığındılar da dediler ki: Ey Rabbimiz, bize kendi indinde bir rahmet ver ve bizim için işimizden dolayı bir muvaffakiyethazırla)
Âkif ve Fuzûlî'nin aşağıdaki mısralarında, sırasıyla kelime şöyle geçer:
Üdebânız hele gâyetle bayağı mahlûkat.
Halkı irşâd edecek öyle mi bunlar? Heyhât!
Ey Fuzûlî menzil-i maksûda yetsem ne aceb
Hidmet-i pîr-i mugan irşâdı reh-berdir bana
(Ey Fuzûlî, erişmek istediğim yere varırsam hayret etme / Mürşid-i kâmile hizmet, beni doğru yola götüren kılavuzdur)
"Rehber, kılavuz, önder; Hak ve hakikate erişme yolunda müritlerine örnek olan, onları irşad eden kimse, şeyh" manasındaki mürşid kelimesi de aynı kök üzere türetilmiştir. "Manevi yönden Hz. Muhammed (s.a.v)'in hakikatine vâris olma seviyesine erişmiş mürşid için mürşid-i kâmil" terkibi kullanılmaktadır.
Yûnus Emre ve Ümmî Sinân'nın mısralarında sırasıyla kelime şöyle geçmektedir:
Kâf Tagı zerrem degül ay u güneş bana kul
Aslum Hak'dur şek degül mürşiddür Kur'ân bana
Âşıka mürşid olan âyât-ı Kur’ân anladum
Ârifin kalbinde her dem ilm ü irfân anladum
"En olgun" manasındaki erşed kelimesi de aynı kökten türemiştir. Osmanlı hanedanındaki en yaşlı ve en akıllı olanın tahta geçmesi şartı ifade edilirken ekber ve erşad kavramı kullanılır.
Şâir Kâni'nin mısraında kelime şöyle geçer:
Derûn-ı behremend ol himmetinden Hâcı Bayrâmun
Dinülsün şânuna evlâd-ı hâss-ı erşed-i bayrâm
(Hacı Bayram'ın himmetinden öyle güzel nasiplen / Şanına bayramın en seçkin, güzel çocuğu denilsin)
"Hak yoluna gitmek istemeye" istirşad; "bir mürşidden kendisini irşadetmesini isteyen kimseye" de müsterşid denmektedir. Her iki kelime de rüşd köküne bağlıdır.
Hülasa:
Taraklı'daki Rüştiye Sokağı üzerinden rüşd ile kurduğumuz bağın esasını sorgulamamıza bir vesile olabilmesi gâyesiyle kaleme alınmış bu yazı, her şeyden önce reşîd olabilmenin ne yaşla, ne malla, ne de rüştiyede okumakla gerçekleşir bir şey olmadığını işaret etmek amacındadır. Çünkü "Sen elif dersin hoca, manası ne demektir" mısrasıyla bize bunu asırlar öncesinden hatırlatmıştır Yûnus.
Rüştünü ispat etmek iddialarıyla adaletten uzak, sefîhâne uygulamalar, memlekette ancak israfa ve nizamın bozulmasına hizmet eder. Malını düşüncesizce harcayıp israf edecek derecede zevk ve sefâhate düşkün olan kimseye râşid değil, sefîh denir.
Bir taraftan iktisada dikkat etmeyip vatanın kaynaklarını müsrifçe kullanmak, diğer yandan Hulefâ-yı râşidînden olan Hz. Ömer'in ismini her vesileyle zikretmek belâgattan öteye geçemez. Bu yol insanları reşâda değil, dalâla götürür.
Mürşid, her şeyden önce örnektir. Bu sebepten bize rehberlik edecek Mürşid-i âzam, Allah'ın gönderdiği üsve-i hasene (en güzel örnek) olan Hz. Muhammed’dir (s.a.v). Allah'ın kullarına her dönemde rahmeti olan, nebinin hakikatine varis olma seviyesine erişmiş irşad sahipleri de mürşid-i kâmillerdir.
#