HAFIZ AĞA (Hafız-a)
Çınardibi benim “mini” vatanımdır. Çocukluğumun “Devlet Başkanı” Çınar dibinde otururdu. Başkan da “Odabaşı Ali’ydi.” Tek kişilik koruma ordusunun başında, Madan Mustabey, “tek er eğitimi verir”, Gante Recaî hariç hepimize hükmederdi.
Zihnimi takvim gibi kullanır, “ben “Odabaşı Ali’yi bile” anımsarım derim. Odabaşılar Kunduracı Mehmet’in Evi’yle , içli dışlıdırlar. Ara sıra “ortalıkta salgın hastalıklar (temre filan) nüksedince, Mehmet Ağabey’in Hanımı Fatma Teyze’ye gider, “okunur”, iki yumurtayla ödeşirdik. Nur içinde yatsınlar, özellikle çocukları okurdu. Suratımıza üflenen her nefes oku-. yanı da esnetirdi.
Karşı köşedeki evde de, Hacı Mollalar otururdu.
Demirci Mehmet Efendi, Oğlu Mustabey’in “yürüyüşünü (çarşı bu !) beğenmediği
zamanlar, mâsus kızgın görünür, dükkânı açmaz, akşama kadar da -homur homur- homur-dardı. Meğersem onun, “bu ayarlı homurtusu” müşteriden müşteriye göre değişken imiş. Beğenmediği müşterinin günü gelince, çehresini kendince ayarlarmış.
Mustabey !
Efendice basarak yürüyen, adımlarını, “demirciliğinin önünde atan,” o yürürken hiç kimse ona “sen demircisin” dedirtmeyen bir yürüyüş. Sivil hayatta yürüyüşünü, çarşıya yakış-tıran, becerikli biriydi. “Efendilik” ne demekse, sivil yaşantımıza örnek olan “son temsilci olup”, “Demirci Mehmet’in oğlu bu,” dedirtirdi..
Sonradan sonraya, “Boduk Kâzım”, (o da öldü) “Taraklı’da esnaflık nasıl olur ve esnaf kimdir,” bunu göstermeye çalıştıysa da, “bu iş” kendine hiç yakışmadı.
Çıngıllı Ömer’in Oğlu “Zühtü Bey” vardı.
Boduk Kazım’ın Babası’ndan da, yaşlı biriydi. Böylesi bir “yalaza oturumunda,“ babası yaşındaki adama”, “öyle bir söz” etti ki, “ne çalının çırası,” ne de kişinin hırası” dedirtti. Bu saygısızlığı ondan duyan Zühdü Bey, çocuğu yaşındaki Boduk Kâzım’a bir karşılık vermedi. Onunla dalaşmak yerine, susup gık bile dememeyi” tercih etti. Bu suskunluk da yetmedi ve yerinden kalkarak , “ yalaza oturumunu “ terk etti.
Taraklı’da söylediğin söz, âdapla çelişirse kınanırsın. O gün oturumda olanlar da, Kâzım’ın bu densizliğini çok ve yersiz buldular:
“Ne dedi ne dedi. ” diye, “yalazaya kulak verip” körüklemek istedilerse de, “Boduk Kâzım” durmadı ve devam edip dedi ki:
“Ne demeyceymişim, bu Taraklı da,” diye devam etti.
...
“İğdelik’ten Taraklı’ya Muhtar yapsan no’lur ?” dedi ve daha sonrada kendi devam etti:
“Bubası (babası) aç ve sefil biriyken , kılını kıpırdatmayan adam, şimdi “vali o’sa (olsa) ne yazar, o’masa (olmasa) ne? diyerek, konuştuğu Türkçe’yi -sakızlı Manavca’ya çevirdi.
Başımıza “reis” kesilsin deyonuz -(diyorsunuz)- siz,” dedi ve sordu.
...
“İyi dedin len.” dedi demirci Madan Mus’tabey de.
Bunu söylerken de, körüğün dumanını “ayıngasında” (doğal tütün) sindiren adam süsüyle, kendi kendince kasılıyordu. Kendine “demirci” denmesinden de hoşlanmadığını -şimdilik- anımsatıyor ve ihtar ediyordu.
Gerçekten de artık bu dükkânın sıcak demir işi yoktu, yoktu ama, yapılan iş körüksüz “soğuk demir” işiydi. O köşede duran eski körüğe -artık-, körük denemezdi. Dense de buna körüğün kendi şişer boşa nefeslenirdi. Dense dense “ mustamel - antika” denilerek, “kendi içindeki sancıyı dinleyen bir müze parçası olarak” pörsük kalacaktı.
...
Tam o sırada şu menteşelere, “çivi denk getireyim derken”, dükkâna “Hafız-a” girdi. Bu günlerde “sigarayla cebelleştiği için”, dalgınlığı üstünde ve yüzü gergin, söze başladı:
“Goca Gafların Memet beni Adapazarına sürdürdü ya?
Meğersem dey-ceği (diyeceği) va-mış. (varmış) Biz zaten Taraklı’da “gıt (kıt) kanaat” geçineyoz. (geçiniyoruz)
Din-ne bak: (dinle bak)
Durup duruyodum, Postacı ge-di. (geldi) “Şunu bi imzala” dedi. Ben de imzaladım, imzalamayı emme, (ama) son-dan (sonradan) da deyverdile (söylediler). Goca Gafların Memet dürtüp debeştirmiş. Benim Adabazarına tayınım (naklim) çıkmış. Zaten sağda solda gonuşup (konuşup) dur-yodu.(duruyordu)
Çok üzüldüm:
Taraklı’dakı “yalaza oturumları” aklıma ge-di. (geldi) Sö-lesem de güle, (güler) inanma-
sınız . Siz ve sizin yalazanız aklıma ge-diniz. Yalaza yani. “Yalaza benim için, ekmek gibi su gibidir.” Bildiğin öğün yimeği. Ur’da (orada) “işimin ne olacağı dıngımda değil.” Sor’cak (soracak) olursan, bereket ki u, (o) çok goley. (kolay) “Vırı -zırı” bi işmiş. Bir to-mar eski evrak” vamış. (varmış) Un-narı (onları) okuyu-vereceymişim “Kendileri neye okumamışla ? ”
Unu deycem (onu diyeceğim) ya. Eski yazı hepside. Biz de “harf inkilâbından evvel” okuduk yazdıkdı. Bubanla beraba ö-rencez (öğreneceğiz) deye ne sopala yidikdi. Eski yazıyı tam sökdük demeye ga-madı, (kalmadı) arkasından da “harf inkilâbı dedile.(dediler)
Velhasıl, işimiz battal evrak okumakmış. Oku oku arada sırada bir “belediyenin alacağı” çıkıyo. Onları ayıklayıp bu seferde (bu kez de) “yeni yazıynan yazacan. Aslında iyi iş de... Biz garın tokluğuna da gara işe ( kara işe) gittik.
Gazma yok...
Kürek yok.
İnsan bobasının işinde böle gaykılıp (kaykılıp) oturamaz.
...
Ahi Naci İşsever
#