Yorgun ve Ölü Şehirler Üstüne
Yorgun şehirler tanıdım,
Tozlu taşlar altında unutulmuş,
Dilini kimsenin anlamadığı bir yabancı gibi
Geçip gidiyordu önünde kalabalıklar.
Sarıklarında mürekkep lekesi,
Dudaklarında bin soruluk muamma,
Gelir gider kemer köprünün iki yakasında ârifân,
Dünya, nasıl bildiğimiz bir dünyadır şimdi?
Kaleden düşen bir parçadır şehir,
Bütüne nispetle kibirli,
Buyurgan bir tecrübeyle bakar vadiye,
Yıldızlar da yazılı, düşman da satırlarda,
Ufka kayıtsız, ağır ağır yürürken kervan,
Görülmez burçlara vurur gizli tehlike.
Taşlar parlatıldı mekanın tortusundan sıyrılarak
İskeleler gömlek gibi çatıldı minarelere,
Kurt yeniği ağaçları kesince makineler,
Açığa çıktı pehlivansız meydan,
Dalgıçlar nehrin yatağına girdi teklifsiz,
Düze çıksın kıvrımları akışın,
Balçıktan süzülerek belirsin insan.
Ölü şehirler de vardı,
İşaretlerden anlaşılıyordu geçmişi,
Ambarında Kibele oturur,
Kanatlı cinlerin refakatinde kurumlu.
Kurbanlar yakınlaştırır tanrıları sunakta,
Savaşı başlatır, barışı akdeder sofrasında,
Hükmünü duvarlara nakşettirir tiran,
Uzun kanallardan akıtır suyunu, köpüklü,
Şarabı mahzeninde koyultur.
Köylüler bildiğimiz köylüler olarak mı öldü?
Takasta iki taraf da aşabildi mi yokuşu?
Vazgeçmenin kaybını göze aldı mı bir yiğit?
Yitirmenin acısında kıvranarak mı boğuldu?
Fayların üstündeki yollarda yürüyorum,
Uzayan nehirler boyunca yüklü,
Kaynayan suların karanlığında derin,
Ölü ve yorgun şehirlerden geçiyorum,
Cezbetmiyor serseri adımlarımı misyon,
Yapılar kaldırmıyor yüreğimi bendesiz.