Müteahhit Boz-untuları (29)
Eskiden kaset doldurmak meşhurdu. 1990 yılıydı sanırım. Taraklı’nın Tuzla ve Hacıyakup köylerinde ilkokul öğretmenliği yapan Mevlüt Hoca, babama bir kaset doldurmuştu. Şiire ilgisi olan, saz çalan Mevlüt Hoca’nın doldurduğu kasette, kendi okuduğu şiirlerle Ruhi Su’nun türküleri vardı.
“Yunus Emre” albümündeki bazı parçaları, o cızırtılı kasetten, Ruhi Su’nun güçlü sesi ve büyüleyici sazıyla altı yedi yaşlarında dinledikten sonra o ezgiler bir daha hiç çıkmamacasına yer etti bende. 2002 yılında, üstadın neredeyse bütün türkülerini buldum.
Orada, “Dadaloğlu ve Çevresi” albümünde “Zamanede Bir Hal Gelmesin Başa” isimli bir türkü vardı. Kul Hüseyin’in bir şiiridir bu. 16. yahut 17. yüzyıllarda yaşadığı söylenen Alevi-Bektaşi şairlerinden Kul Hüseyin’in bu mısraları; hikmetin, hakikatin Türkçedeki en güzel ifadelerinden olsa gerek.
Âşık Veysel, Erkan Oğur ve İsmail Hakkı Demircioğlu da kendilerine has tavır ve yorumlarıyla bu türküyü söylemişlerdir. Hepsi de çok etkileyici eserler. Üç dört asırlık bu sözler, bilmediğimiz kim bilir nice ustanın dilinden ve telinden, milletin kulağına söylenmişti ve yine söylenecek
11’li hece ölçüsü ve 5 dörtlük şeklinde kurulmuş şiiri, Âşık Veysel’in söylediği az bilinen iki dörtlüğü de ekleyerek buraya yazacağım. Çünkü bu şiirin hem ilk dörtlüğünde hem de üçüncü dörtlüğünde geçen bir kelime var ki bu kelime, bu yazımızın merkez noktası olacak.
Zamanede bir hal gelmesin başa
Ahdı bütün bir sadık dost kalmamış
Kalleş yar olana dost demem haşa
N’olacak muhannet meydan görmemiş
Ben bir yar isterim derun u dilden
Sarfede varını geldikçe elden
Beni setreyleye adûdan elden
Her yüze gülen yar olmuş olmamış
Gönül şu dünyadan sen umma vefa
Veliler hak için çekmiştir cefa
Yalancı ahdına etmedi vefa
Meğer ta ezelden bizden olmamış
Gönül minnet etme sultana hana
Kaderin gayrısı gelmez meydana
Dostun bir fiskesi dokunur cana
Adûlar taşını vurmuş vurmamış
Hüseyin beyhude ah etme naçar
Bir kapı örterse birini açar
Buna dünya derler hepisi geçer
Hangi günü gördün akşam olmamış
Yukarıdaki şiirin ilk dörtlüğünün ikinci mısraında bir sıfat geçiyor: “ahdı bütün.” Ahit, söz demekse ahdi bütün ne demektir? Sözlüklerde bu birleşik kelimeyi açıklayacak bir tanım göremedim. Aklıma günlük hayatta kullandığımız “dini bütün” kelimesi geldi. “Dinine çok bağlı, inancı sağlam olan, dinin buyruklarını eksiksiz yerine getiren” diyor TDK.
O zaman; “sözüne güvenilir, yeminine bağlı, sözünü yerine getirmekte eksisiz olan kimse” için ahdi bütün diyebiliriz. “Zamanede bir hal gelmesin başa / Ahdı bütün bir sadık dost kalmamış.” Şair, içerisinde yaşadığı zamandan, devirden şikâyetçi, ondan yakınıyor. Çünkü böyle bir zamanda, insan başına bir şey gelse sözüne güvenilir, doğru bir dost bulamazsın, diyor. O kişinin bir kısım sözlerine güvenilip bir kısmına güvenilmezse ona ahdi bütün denemez. Çünkü “bütün” kavramı; eksiksiz, yekpare ve tamdır.
Bir kez doğru söylediğinde sadık olamazsın. Sadık sıfatını elde etmek için bağlılığın devamlılığına bakılır. Gecenin bir kısmında Mekke’den Kudüs’e, oradan göğe yükselen Resulüllah’ın Miraç hadisesini; müşrikler, durumdan habersiz olan Hz. Ebubekir’e sorduklarında, “bunu size Peygamber anlattıysa doğrudur” diyor. Sadakatini bu sözüyle tasdik ediyor ve sıddık yani sözünün eri sıfatını alıyor Hz. Ebubekir. İşte burada ahdi bütünlük vardır.
Üçüncü dörtlüğün 3. mısraında ise “Yalancı ahdına etmedi vefa” diyor. Vefâda: “Sözünde durma, verilen sözü yerine getirme; dostluk ve muhabbette sebat etme, sevgide süreklilik, bağlılık ve sadâkat; ezelde bezm-i elestte Allah’a verilen söze sâdık kalma” manaları var. Öyleyse bu mısraı, öncesi ve sonrasındaki mısralarla birlikte kısaca açıklamak için dörtlüğü bir kez daha okuyalım.
Gönül şu dünyadan sen umma vefa
Veliler hak için çekmiştir cefa
Yalancı ahdına etmedi vefa
Meğer ta ezelden bizden olmamış
Ey gönül, sen şu dünyanın sözünde durmasını umma. Dünya geçicidir, vefa ise sevgide devamlılık ister. Dünyada nerede o bağlılık, nerede o sadakat, o muhabbet? Allah’ın dostu ve sevgili kulu olan veliler; doğruluk için, gerçekler için, Hak için türlü türlü eziyetler, sıkıntılar, cefalar çekmişlerdir.
Yalancı ise sözünü tutmadı, ahdine vefa göstermedi. Burada hem kulun, kula verdiği sözü tutmaması hem de kulun, taa ezelde Allah’a verdiği sözü tutmaması durumuna işaret vardır. Meğer o yalancı kimse, en başından beri bizden olmamış. Ruhlar âleminde, bezm-i elest denen ezel meclisinde de aslında yalan söylemiş. Allah, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dediğinde “evet” demişlerdi orada, ama yalanmış, bizden değillermiş.
“Sözünde durmaz, ikiyüzlü, dönek, hilekâr” kalleş kimseler, dost yüzleriyle insanlara taahhütlerde bulunuyorlar, muahedenameler imzalattırıyorlar; insanlar, onların ahitlerine bağlı kalıp kalmayacaklarından hiç şüphelenmeden bu düzenbaz müteahhitlerin uhdelerine kendileri için sükûnet ve huzur yuvası olması gereken evlerin inşasını veriyorlar.
Yanlış zemine, kötü malzemeyi, kötü mühendis ve ustalarla yığıp süsleyerek satan elde edeceği kârından başka bir şey düşünmeyen bu müteahhit bozuntuları, bina yıkıldığında soluğu yurtdışına kaçmakta buluyor. (Bu arada bozuntu dilimizde enkaz manasına gelir).
Kimdir müteahhit? Nedir ahit? Kim ya da kimlerle ahitleşmeliyiz? Sorularımız, acılarımız kadar büyük olmadıkça bu acılar hiçbir zaman dinmeyecek, tekrarlanacaktır.
Kur’ân’dan Türkçeye, Türkçeden Kur’ân’a Kelimeler, başlıklı yazılarımızın yirmi dokuzuncusu olacak kelime ahit/ahd. Yukarıdaki Kul Hüseyin’in şiiri; ahdi, bütün olarak açıklıyor. Yazımızın birinci bölümünde buna biraz değinmiş olduk. İkinci bölümde sözlükler yardımıyla ahit kelimesiyle aynı kökten gelen ve Türkçede kullanılan kelimelerin manalarını vereceğiz. Bu kelimeler, Kur’an’da nasıl geçmektedir gösterilmeye çalışılacak. Türk şiirinden ve çeşitli metinlerden kelimelere örnek verdikten sonra son bölümde, bir ve ikinci bölümde edindiğimiz tecrübeyi yorumlamaya çalışacağız.
Ahit/ahd kelimesi Misalli Sözlükte: “Yemin, ant; söz verme, söz; zaman, devir; bir hükümdârın saltanat devri; antlaşma, sözleşme, muâhede” manalarına gelir. Köke, isimden fiil yapma eki geldiğinde “Karşılıklı söz vermek, bir iş üzerinde anlaşmaya varmak, sözleşmek, antlaşmak” manalarındaki ahitleşmek kelimesi türemiştir.
Kelime Nahl Suresi 95. ayette şöyle geçer:
“Velâ teşterû bi’ahdillâhi semenen kalîlâ innemâ ‘indallâhi huve hayrun lekum in kuntum ta’lemûn”
(Allah'a verdiğiniz sözü (peygambere yaptığınız bey'atı) az bir paraya satmayın. Zira bilirseniz Allah'ın yanında olan, sizin için daha hayırlıdır).
Ahitnâme “Bir muâhedenin hükümlerini ihtivâ eden ve taraflarca imzâlanmış olan resmî kâğıt”tır. Ahd-şiken, “Yemînini, antlaşmasını bozan, verdiği sözden dönen” demektir. Ahdiatik “Hz. Îsâ’dan önce yahûdilere âit mukaddes kitaplar”dır. İncil ise Ahdicedit’tir.
Yahya Nazîm’in bir beytinde kelime şöyle geçer:
Dili bir ahd-şiken yâra düşürdüm ki Nazîm
Beni hep vade-i ferdâ ile memnûn eyler
(Ey Nazîm; gönlümü, sözünden dönen bir sevgiliye düşürdüm ki beni hep gelecek vadiyle memnun eyler).
Uhde “Bir işi üzerine alma, yüklenme, sorumluluk” anlamındadır. Kelime; uhdesinde olmak, uhdesinden gelmek, uhdesine almak, uhdesine vermek şeklinde birleşik fiil olarak kullanılır. Farsça “der-“ ön ekiyle birleşen deruhte kelimesi de “üzerine alma, üstlenme, yüklenme” manalarına gelir.
Nedim’in bir beytinde kelime şöyle geçer:
Nice çıkam acabâ uhdesinden ol nezrin
Kalır mı âh benim gerdenimde yohsa bu bâr
(O uyarıcının uhdesinden, sorumluluğundan acaba nasıl çıkayım; âh kalır mı yoksa benim boynumda bu yük?)
Taahhüt kelimesi de aynı kök üzeredir. “Bir şeyi yapmak üzere üstüne alma, üstlenme, deruhte etme; bir işin yapılmasını üzerine alıp resmî olarak sözleşme yapma” anlamlarına gelir. Taahhüt-lü kelimesi de yapım eki almıştır. “Gideceği yere ulaşması posta idâresince sağlanan mektup, paket vb.” için kullanılır. Taahhütname ise “Bir işin yapılmasının üste alındığını, taahhüt edildiğini gösteren resmî belge”dir.
Kelime Mecelle’de şöyle geçer: “Akid, tarafeynin bir hususu iltizam ve teahhüd etmeleridir ki icab ve kabulün irtibatından ibarettir.” (Antlaşma, iki tarafın bir hususu gerekli sayma ve taahhüt etmeleridir ki icap ve kabulün irtibatından ibarettir).
Muâhede, “Bir işin yapılması için karşılıklı söz verme, ant içme, ahitleşme; devletler arasında imzâlanan yazılı anlaşma”dır. Muâhedenâme de “Bir muâhedenin hükümlerini ihtivâ eden ve taraflarca imzâlanmış olan resmî kâğıt, antlaşma metni, ahitnâme”dir.
Fetih Suresi 10. ayette kelime şöyle geçer:
“İnne-llezîne yubâyi’ûneke innemâ yubâyi’ûnallâhe yedullâhi fevka eydîhim femen nekese fe-innemâ yenkusu ‘alâ nefsihi vemen evfâ bimâ ‘âhede ‘aleyhullâhe feseyu/tîhi ecran ‘azîmâ”
(Şüphe yok, sana bîat edenler, muhakkak ki, Allah'a bîat ederler. Allah'ın yed'i onların ellerinin üstündedir. Artık kim (ahdini) bozarsa kendi aleyhine bozmuş olur ve her kim de Allah ile üzerine muâhedede bulunduğu şeyi yerine getirirse ona da (Allah Teâlâ) büyük bir mükâfat verecektir.).
Kelime, Neyzen Tevfik’’in bir mısraında şöyle geçer:
Sevir'deki muahede, siyaset,
Çoktan çöktü, bunu bilmek maharet
Muâhid, “Muâhede yapan, bir muâhedeye, bir antlaşmaya taraf olan veya imzâ koyanlardan her biri; Osmanlı Devleti’nde kendisini himâye etmesi için devlete haraç ödeyen gayrımüslim kimse ”dir.
Abdülhak Hâmid’in bir mısraında kelime şöyle geçer:
Dilerse müttehid olsun bütün muâhidler
Mükevvenât muvahhiddir ey mücâhidler
(Düşmanlar, dilerlerse birlik olsunlar; ey mücahitler, mevcudat Müslümandır).
Ma’hed, “Sözleşilen yer; buluşma yeri”dir. Mahûd “Bilinen, adı geçen, mâlûm; (alay ve küçümseme yoluyle) Ne olduğu herkesçe bilinen kimse”dir.
Kelime, Cevdet Paşa’da şöyle geçer:
“Dilsizin işâret-i ma’hûdesi lisan ile beyan gibidir.”
(Dilsizin bilinen işareti, lisan ile açıklamak gibidir.
Müteahhit, “Bir işi üzerine alan, taahhüt eden kimse; bir kimse veya kuruluş için binâ, yol vb. yapımını, erzak, mal vb. sağlamayı üstüne alan kimse”dir.
Bu kelimeyle aynı kök üzere olan bir kelime A’raf Suresi 134. ayette şöyle geçer:
“Velemmâ veka’a ‘aleyhimu-rriczu kâlû yâ mûsâ-d’u lenâ rabbeke bimâ ‘ahide ‘indeke le-in keşefte ‘annâ-rricze lenu/minenne leke velenursilenne me’ake benî isrâ-îl”
(Üzerlerine azab çökünce: "Ey Musa, dediler, sana verdiği söz uyarınca bizim için Rabbine du'a et; eğer bizden azabı kaldırırsan, muhakkak sana inanacağız ve mutlaka İsrailoğullarını seninle beraber göndereceğiz!")
Kelime, Necip Fazıl’ın, “İdeolocya Örgüsü”nde şöyle geçer:
“Maddi ve manevî bütün iş şubeleriyle insanoğlunun tek cehdi ölümsüzlüğe ermekse, bunun biricik müteahhidi İslâm’dır“
Bütün bu kelime ve kavram açıklamalarından sonra şunun altını çizmeliyiz. Ahit kelimesinde koruyup gözetmek anlamı vardır. Kim, kimi veya neyi koruyup gözetmek istiyor? Allah, İsrailoğullarıyla defalarca ahit yapmış. Bu ahitler, İsrailoğullarının korunup gözetilmesini sağlayacaktı. Fakat onlar, kendilerinin muhafazası için takdir edilmiş ahdi koruyup gözetmeleri gerekirken her seferinde ahde vefa göstermemeyi kendilerine âdet edinmişlerdi. Yahudilerin tarihi bir ahit tarihidir. Kitaplarına Ahdiatik denmesini de bu yönden düşünmeliyiz.
Sonrasında Hz. İsa üzerinden, insanlar ve Tanrı arasında yeni bir ahit kuruluyor. Bu ahit de insanları korumaya yönelik, tabii insanlar bu ahde riayet gösterdikleri takdirde… Hz. İsa, kurulacak ahdin mukaddes şehidi oluyor onlara göre. Ahdi bir nevi kanıyla imzalıyor. Ahdicedit, Hristiyanların kitabını ifade eden bir kavram. Kilise, ahdin garantörü bir kurum olarak teşekkül ediyor. Nihayet zamanla ahdin ta kendisine dönüşüyor.
Gönderilen bütün peygamberler, insanlarla Allah arasındaki ahdi sağlayacak temel bir kavram olan tevhidi ifade etmişlerdi. Tevhide bağlılık, şirkten uzak durmayı, kulluğu yalnız Allah’a hasretmeyi gerektirir. Yahudiler, Hz. Üzeyir’in; Hristiyanlar Hz. Îsâ’nın Allah’ın oğlu olduğunu söylemişlerdi. Onların bu tavırları, kâfirlerin sözlerine benzemekte bu da tevhide yani taahhüt edilen ahde halel getirmekteydi.
İki tarafın, insanla insan arasındaki muahedenin yani antlaşmanın güvenilirliğini sağlayacak duygu, vicdandır. İnsanın içinde bir otorite olarak vicdan çalışmıyorsa hiçbir şeyi eksik bırakmamacasına önlerinde her şeyin yazılı olduğu bir taahhütname de olsa insan insana kötülük yapmanın, hukuku çiğnemenin mutlaka bir yolunu bulur. Çünkü iş yaptığın sistemin açığı hiçbir zaman kapanmaz.
İşlerimizi ısmarladığımız yani uhdelerine verdiğimiz kimseler, biz çoluk çocuk moloz yığınları arasındayken kaçmanın, saklanmanın, kendini kurtarmanın derdine düşmüşlerse buna ister kalp, ister vicdan deyin ondan yoksun kimselerdir. Bozuntu, Türkçede enkaz demektir. Depremde insanların üzerine yıkılan şey; binalar değil, vicdanları/kalpleri taşlaşmış müteahhit bozuntularıdır. Onların bozuk ahitleridir.
Birçok sözlük, ahit için yağmur diyor. Yağmur; hayattır, rahmettir. Ahde vefa gösterilen toplumda hayat, merhamet vardır. İnsanlar zarar edeceklerini de bilseler muahedelerine riayet ederler. Adalet, ahdin ifasını gözetirken ahdin sürekli bozulması zulmü yaygınlaştırır. Neticede yağmurdan nasipsiz, beton yığını binalarla dolar şehirlerimiz.
Yağmur ve ahit arasındaki ilişkiyi, kendisinden ahit alınan Hz Nuh üzerinden düşünelim. Nuh Suresi 10 ve 11. ayetlerde mealen şöyle geçiyor:
“Artık dedim ki, Rabbinizden mağfiret dileyiniz, şüphe yok ki O, çok mağfiret buyurucudur. Üzerinize semayı bol yağmurlar ile gönderir.”
İnsanlar neden bu müteahhitlere inanıyorlar? Önleri nasıl açılıyor alabildiğine onların? Acaba bizler de onlar gibi miyiz ve böylece birbirimizi mi kandırıyoruz bu çıkmaz sokakta? Çıkarlarımız bir yerde çakışıyor mu? Sonunda onlar da biz de kazanıyor muyuz bu kazanç dünyasında? Ahdin değil, taraflı menfaatlerin yarıştırıldığı bir alış verişte, iki taraf da birbirini aldatmanın fırsatını kollar. Alan da veren de kazanıyor dediğimizde; dünyayı bu iki bencil grup arasında paylaştırmış oluruz. Oysa tabiat var, hayvanlar var, tarih var, kültür var, gelecek var…
Müteahhit, sadece müteahhit değildir. Müteahhide gayrı meşru işler yapabilmesini salık veren bütün mekanizmalar, müteahhit sözcüğünün müşterekleridir. Müteahhit derken sadece bir sektördeki birtakım işadamlarından bahsetmiyoruz. İşini her türlü bilir, yolunu ayarlayan, her dönemin siyasi muktedirleriyle arasını iyi tutan, kısa zamanda katlamalı kazanma kabiliyetine sahip, kitabı, sanatı küçümseyen geniş yelpazede bir anlayıştan ve bu anlayışın işlerini kolaylaştıran bilcümle memûrin ve siyâsiyunu da kastediyoruz.
Şehirlerimiz bir taahhütnamedir. Bu taahhütnameye atılan resmi ve sivil bütün imzalar, şehrin üzerindeki binalardır. Şimdi bu taahhütnameyi yırtıyor musunuz? İmzalar size ait değil mi? Ya mühür… Türkiye Cumhuriyeti’nin mührünü kullanarak kimler haksız makam, mevki ve zenginlik devşirmişse onların hasar tespiti bir an evvel yapılmalıdır. Her enkaz, bir imza değil, onlarca imza, onlarca isimdir.
Tedbir, “bir şeyi önlemek veya olmasını sağlamak için yapılan hazırlık, başvurulan çâre, önlem”dir. Devlet, tedbir demektir, idare etme, yönetmedir. İstanbul Teknik Üniversitesi, Kahramanmaraş merkezli depremlerle ilgili hazırladığı raporda “Bilimsel temele dayanmayan imar affı, imar barışı gibi mühendislik hizmeti almamış sağlıksız ve güvensiz yapı stokunu yasalaştıran düzenlemelere son verilmeli…” diyor. İmar affı ve imar barışı gibi düzenlemelere katkı sağlayan herkesin bunda vebali yok mu?
Dâr-ı İslam’a yani Müslümanların hükmü altında bulunan bir ülkeye sığınmış düşmana zû-aht (ahit sahibi) denir. Düşmanın da çeşitli hakları vardır, korunur kollanır onlar. Bugün düşmana yapılamayacak şey, yani hukuksuzluk, ahit bilmezlik; şehir rantiyesi adına millete yapılmıştır.
TDK, müteahhit için yüklenici diyor. Çok doğru bir tanım, yükleniyor ve yüklendiği yükü ummadığımız bir vakitte üzerimize indiriyor. Bu yap-satçılar, neyi yükleniyor, nasıl yükleniyor, bu yükü kim çekiyor? Mesela bir binayı henüz yaparken belirlenmiş bir fiyattan dairelerini çabuk çabuk satıyor. Sonra da maliyeti düşürüp kendine çok çok para kalsın diye kötü malzemeleri, elverişsiz teknikleri binaya yediriyor. O kazanıyor, diğeri de kazandığını düşünüyor, ama insanlar görüyoruz ki ölüyor.
Müteahhitlerle insanlar arasındaki taahhütte, bin türlü şikenin döndüğü kirli pazarlıklarda, duruma müdahale etmesi gereken devlet mekanizmaları, alan razı veren razı diyerek sorumluluğu yerine getirmediği takdirde, müteahhit hiçbir ahde bağlı kalmaksızın her şeyi yapabilir. Hatta müteahhitlerle belediye vb. mekanizmalar arasında; adam kayırma, kirli çıkar ilişkileri dönüyorsa hak ve hürmeti koruyacak vasat ortadan kalkar. Devletin gücüne koşut, paraya dayanan kanunsuz yapılar türer.
Yapı denetimciler, zemin etüdünü yapanlar, imzayı atan mimar ve mühendisler, orkestrayı yöneten büyük koordinatör müteahhitler ve bilcümle sorumlu devlet yetkilileri… hepsi de bir ahdin, sözün sorumluluğunu yükleniyorlar. Yüklendiğimiz şeyin cehenneme odun olup olmadığını düşünmek zorundayız.
Burada geçim sağlamak için yapılan bir işten bahsetmiyoruz. Çok zengin olmak için parlatılan bir taahhüt sektöründen bahsediyoruz. Bir nesnenin korunaklı olmasını üzerine almıyor, o nesneden edeceği azami kârın üzerine yükleniyor sektör. Tabii Türkiye’nin köyden kente, doğudan batıya göç tarihiyle inşaat sektörü ve müteahhitlik arasındaki ilişkiyi beraber düşünmeliyiz. Şehirleşme ve göç politikamız nasıl çarpıksa binalarımız da aynı çarpık ilişkinin ebesi olan müteahhitlerin eline teslim edilmiştir.
Bunlar üzerinden ekonominin nasıl canlı tutulduğuna dair uzun zamandır herkes bir şeyler konuştu. Fakat bu canlılık sonucunda edinilen artı değer, neye dönüşüyor, kimlerin lehine ve kimlerin aleyhine dönüyor? Hep olduğu üzere toplumun çok az bir kesimi, çok büyük bir kesiminin aleyhine artı değeri elinde tutarken sonucunda sadece insan yozlaşmıyor, tabiat da alabildiğine tahrip ediliyor.
Şöyle ki hiçbir zaman kendisine gem vurulmasına müsaade etmeyecek sistemin, kendisini ehlîleştirilmeye açık kılmasını beklemek saflıktır. Önüne çıkan her şeyi yemektir onun işi. Büyümek, ilerlemek, kalkınmak, modern yaşamın gereklerine uygun şehirler kurmak…
Hz. Ali, bir hutbesinde şöyle diyor: “Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki hile düzenini (vefasızlığı), zekilik sayıyorlar. Cahiller, onları (vefasızları) uyanık addediyorlar.” Kurnaz, uyanık ve hilekâr güruhuna itimat eden onların zekâlarına gıptayla bakan bir toplum, aynı delikten defalarca ısırılmaya mahkûmdur. Gıpta, “başkasında olan bir şeyin kendisinde de olmasını istemektir.” Kandırmayı beceren zekiler, bunu başaramayan sıradan kitlece idole dönüştürülüyor. Ne acı…
Bir şehir neden kurulur? Rant üretmenin nesnesi midir şehirlerimiz? Şehirlerin rant üretim merkezlerine dönüşmesi için nüfusları günbegün artırıldığında, tarımsal alanlar bu durumdan zarar görmez mi? Eskiden ovaya ev yapmaktansa tepelere, yamaçlara doğru evlerini, şehirlerini kuran insanlar neyi biliyordu? Sağcı, solcu, muhafazakar, kemalist… figürler hangi ideolojik kulvarda olursa olsunlar, şehirlerimizi kurmak noktasında paradigma hiç değişmiyor.
İsrailoğulları için sembolik değeri çok önemli bir sandık vardır: Ahit Sandığı. Tanrı’nın İsrailoğullarının destekçisi olduğuna dair bir işarettir o sandık. İçerisinde on emrin bulunduğu levhalar ve Hz. Musa ve Harun’a dair çeşitli emanetlerin bulunduğu Ahit sandığı, Kur’an’da “tâbût” diye geçmektedir. Sonrasında kaybedilen bu sandık, Tâlût’un hükümdarlığının alameti olarak İsrailoğullarına geri dönmüştür.
Bakara Suresi 248. ayette mealen şöyle geçer:
“Peygamberleri onlara “O’nun hükümdarlığının alâmeti, içinde rabbinizden bir sekînet, Mûsâ ve Hârûn ailelerinin bıraktıklarından bir bakiye bulunan ve meleklerin taşıdığı sandığın size gelmesidir” dedi. Gerçekten inanıyorsanız bilin ki, bunda sizin için büyük bir işaret vardır.”
Ayette geçen sekînet kelimesine dikkat çekmek istiyorum. Kelimenin kök olarak “Sakin, huzurlu olmak, sükûn bulmak, ağrı, acı, kızgınlık dinmek” manaları var sözlükte. Aynı kökten türetilmiş mesken kelimesi bilineceği üzere ev demek. Teskin kelimesi de buradan geliyor ki ahit sandığının/tâbûtun yanlarında bulunması İsrailoğullarına moral veriyordu. Onları savaş gibi zorlu zamanlarda teskin ediyordu.
Biz evlerimizi ve içerisindeki ailemizi bir ahit üzerine mi bina ettik; yoksa gösterişin etkisi altında, lüks apartman kompleksleriyle mi yatıştırıyoruz kendimizi? Meskenlerimiz sükûneti temin eden mekânlar olarak mı tasarlandı, yoksa konforu sunan mahaller olarak mı dizayn edildi?
Nuh Peygambere gemi korunak oldu. Ashab-ı Kehf’e ise mağara… Hz. Musa’yı henüz bebekken Firavun’un şerrinden korumak için annesi bir sandığa koyup denize bırakmıştı. Sandık, içerisine konan şeyleri saklayıp korur. Ahit Sandığı, İsrailoğullarının kalplerine verdiği sekinetle savaşlarda onların morallerini yüksek tutarken mevcut bina yapılarımız, içerisinde oluşacak sekinetle kapitalist sisteme karşı bize direnç mevzileri mi sağlayacak, yoksa o sistemin bizzat ürünü olup bizi göbekten kendisine mi bağlayacak?
Yunus Suresi 87. ayete mealen bakalım: “Mûsâ’ya ve kardeşine, ‘Kavminiz için Mısır’da (sığınak olarak) evler (buyût) hazırlayın ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın. Namazı dosdoğru kılın. Mü’minleri müjdele’ diye vahyettik.”
Bir yerde; güçlü orduların, hazinelerin sahibi Mısır kralı Firavun ve dev Piramitleri; diğer yanda köle kılınmış, sindirilmiş toplumun en alt kesimi olan İsrailoğulları ve onların kendilerine ibadet mahalli edindikleri evleri. Heybetli Piramitlerin eziciliğine karşı, kıble tarafına yapılan bir nevi karargâh olan mütevazı evler hazırlanması ne kadar manidar. Zira mihrabın harb kökünden geldiğini düşünürsek bu evler bizim için daha iyi anlamlanır.
Kiminle ahd ü peyman ettiğimiz yani sözleştiğimiz; sözün, varlığımıza değer katması yahut varlığımızdan bir şeyleri eksiltmesi açısından çok önemlidir. Varlığımızı kendisine bağlı gördüğümüz yani sözleştiğimiz varlık kimdir yahut nedir? Bu sorunun cevabı yaşadığımız topraklarda, Türkiye’de şüpheye mahal bırakmayacak kadar belliydi. Ne oldu da varlık anlayışımız hızlı bir şekilde boz-gun-a uğradı? Kul Hüseyin’in şiirindeki ifadeyle “ahdi bütün” olmayı kaybetmemizle bunun ilgilisi nedir?
Bakara Suresi 40 ve Yasin Suresi 60. ayette sırasıyla kelime şöyle geçer:
“Ahdime bağlı kalın ki ben de ahdinize bağlı kalayım.”
“Size ahid-söz vermedim mi, ey Âdemoğulları? Şöyle ki: “Şeytan’a kulluk etmeyin! O, sizin için açık bir düşmandır.”
Menzil kelimesinin ev manası vardır; konulan yer, kon-ak. Konduğun yerden göçersin, konduğun daldan uçarsın. Şehirlerimiz, dünyayı ne olarak gördüğümüzün tezahüründen başka bir şey değildir. Dünyayı, Âşık Veysel’in mısraındaki gibi “iki kapılı bir han” olarak göremezsek çıkışı olmayan tek kapılı bir hapishanenin mahkûmları olarak burada boğulacağız.
Resûl-i Ekrem buyurdu:
“Benim dünya ile ilgim ne kadar ki? Ben bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden binitli bir yolcu gibiyim”
#ahit #taahhutt #muteahhit #muaahede #deruhte #uhte