Kırkın Çilesi: Erbaîn (40)
Bir gün Nasreddin Hoca’ya burcunu sormuşlar. Hoca, tekedir, demiş. Teke diye bir burcun olmadığını söylediklerindeyse Hoca: “Ben çocuktum, vâlidem tâli’imi yoklatmış, cedy çıkmış” demiş. Cedynin oğlak olduğu kendisine söylendiğindeyse Hoca şu cevabı vermiş: “Be ahmaklar, ben de bilirim cedynin oğlak olduğunu; fakat annem benim tali’ime baktıralı kırk yıl olmuş. O zamandan beri oğlak teke olmadı mı?”
İnsanların bir kısmı problemli tavırlarını, burcunun özellikleriyle ifade etmenin kolaycılığına kaçıyor. Bu, kendi karakter ya da kişilik özelliklerini bilerek yaşamak değil; olumsuz davranışları, güya kaderin kendilerine biçmiş olduğu bir rolmüş gibi onları hiçbir zaman değiştiremezlermiş gibi başkalarına dayatmalarıdır.
Trafikteki saldırganlığını, burcunun aslan olmasına; yanlışı diretmedeki inatçılığını boğalığına; insanlar üzerinde ezici baskınlığını koçluğuna; ikircikli gel-git hallerini ikizler oluşuna; kaprisli duygusallığını balıklığına… bağlayan insanlar işin kolayını bulmuşlar. Kendi kusurlarını düzeltmek yerine bir nevi modern cebriye mezhebi gibi insan iradesini inkâra kalkışıyorlar. Sanki doğumla birlikte iyi-kötü özellikleri her neyse belirlenmiş de bunu yapmaya mecburmuşlar.
Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın “Marifetname”sinde ayrıntısıyla işlenen eski bir ilim dalı var, kıyafetnâme. Bir kimsenin dışına bakarak iç özelliklerini, karakterini, ahlakını anlama kitapları olan kıyafetnâmeler, kestirmeden yargıya varmak isteyenlere önemli bir kaynaktır. İhmalciliği, küçük gözlülüğe; kibri, küçük yüz ve kısa boya; anlayış azlığını, uzun buruna bağlamak kıyafetnamelere göre mümkünse de bunların değişebileceğine ihtimal vermemek insanın kendisiyle barışık olmasına değil, kendine mahkûm olmasına sebep olur.
Fiziki özellikler olumlu kişilik özellikleriyle yorumlanırsa bunun hep böyle devam edeceğini sanan kişi bu defa da egosantrizme düşebilir. Kendini merkeze oturtan insanların elinde kıyafetnameler kötü bir malzemeye dönüşür ki bu durum bireysel ilişkilerinde kişiye büyük problemler çıkarır. Ama yine de estetik ameliyatların yaygın olduğu şu dönemde mesele bir nebze aşılabilir.
Şöyle bir hikâye anlatılır. Bir gün, Sokrates’in fiziki özelliklerine bakan biri; onun ayyaş, nefsine düşkün, kötü karakterli biri olması gerektiğini söylediğinde, ünlü filozof buna itiraz etmez, fakat ben irademle kendimi terbiye ettim, der.
İnsan tek bir tesirden meydana gelmiyor. Genlerimiz, sosyal çevre, eğitim, coğrafya, zaman, ekonomi, din, tarih, duygular, fıtrat ve hepsinin üstünde Tanrı’nın iradesi… Anlamakta zorlandığımız, karmaşık birçok etmen var. Mevlana’nın ifadesiyle dokuzyüz katlı insanla baş başayız.
İnsanı ve hayatı; ölümden daha iyi anlatan başka bir olay var mı bilmiyorum. Elbette yakın akrabaların ölümü insanı çok etkiliyor; ama arkadaşların ölümü, insanın kendi hayatını gözden geçirmesi noktasında daha sarsıcı olabiliyor. Kaybettiğin kişinin emsalin olmasının yanında, konuşup dertleştiğin yani hasbıhâl ettiğin bir ayna olmasının da tesiri olsa gerek. Seni anlayabilecek, senin de kendisini anlayabileceğin kişilerle arana sebepleri muhtelif ölümler girince kendinle daha esaslı karşılaşıyorsun.
Tam da kırk yaşıma vardığım şu günlerde, kalp krizinden bir arkadaşım vefat etti. Öncesinde de kalp krizinden arkadaşlarım vefat etmişti. Kanserden ölen arkadaşlarım da oldu. Cephede savaşırken ölen, kocası tarafından öldürülen, çok zengin olup ölen, işsizken ölen, bekâr ölen, çoluklu-çocuklu ölen, intihar eden… Hepsi de arkadaşlarımdı. Bir kısmı çok yakın dostumdu. Çoğu kırk yaşına erişmeden bu âlemden göçüp gittiler…
Her ölüm sonrası, kalanların gidenlere göre daha şanslı olduğunu söylüyoruz gizliden. Hâlbuki hayatın geri kalanının, bugünden daha iyi olabileceğini kim bilebilir. İyiyi miktarla değerlendiren akıl, niteliğin kayrasını ıskalar. Ömrü uzatmak ve genç görünmenin sırrını keşfetmek için bilim ve sermaye el ele vermiş, ölümsüzlük aşısını seçkinlere zerk etmek için körpe bedenlerin çalıntı etlerine ihtiyaç duymaktadır.
Ben kırk yaşına bastım. George Orwell’ın distopik romanını (1984) sadece antifaşist olduğundan değil, biraz da isminden dolayı severim. Burcum, Nasreddin Hoca’nınki gibi teke. Yani hayatta bir şeyler sürekli değişirken ben de bundan hâli değilim. Tabii kırkından sonra saza başlayan kıyamette çalar demişler ya… Olsun. Diğer taraftan şunu da demişler: Ayının kırk türküsü var, kırkı da ahlat üstüne.
İşte neresinden tutsak elimizde kalıyor hayatımız. Kişinin kendini anlatırken objektif olması mümkün olmadığı gibi başkalarının kendisine dair anlatıları da böyle. Çünkü objektifliğin kendisi problemli bir kavram. Böylece kavramsal bir kaçışla kendimden bahsetmekten sıyrılıyorum. Yaş kemâle erdi; ama henüz değil.
İster doğuştan avantajlı, ister dezavantajlı bir talihe sahip olalım; durumumuz, içerisinde yaşadığımız dünyanın çilesine göz yummayı gerektirmez. Kişi kendi ferdiyetini, biricikliğini idrak ettiğinde, bir düzen/adalet anlayışına da sahip olur. Bu idraki yani çile’yi, kırk’ı Kur’ân’da ve Türkçede geçtiği şekliyle düşünmek için erbaîn kelimesini, Türkçeden Kur’ân’a, Kur’ân’dan Türkçeye kelimeler çalışmamızın 40’ıncısı olarak ele almaya çalışacağız.
Arapçada, atın dörtnala gitmesi anlamındaki rabea kökünden gelen erbaa kelimesi Türkçede “Dört, dördüncü; çarşamba günü” anlamlarına gelir. Kelime, Tevbe Suresi 36. ayette şöyle geçer:
“İnne ‘iddete-şşuhûri ‘indallâhi isnâ ‘aşera şehran fî kitâbillâhi yevme haleka-ssemâvâti vel-arda minhâ erbe’atun hurumun zâlike-ddînu-l kayyimu felâ tazlimû fîhinne enfusekum vekâtilû-l muşrikîne kâffeten kemâ yukâtilûnekum kâffeten va’lemû ennallâhe me’a-lmuttekîn”
(Şüphesiz Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu, Allah’ın dosdoğru kanunudur. Öyleyse o aylarda kendinize zulmetmeyin. Fakat Allah’a ortak koşanlar sizinle nasıl topyekûn savaşıyorlarsa, siz de onlarla topyekûn savaşın. Bilin ki Allah, kendine karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir).
Tacizade Cafer Çelebi’de erbaa kelimesi şöyle geçer:
Usūl-ı erbaʿa birle yaratdı se mevlūd
Düzetdi şeş cihet ü ʿarş u ferş ü kevn ü mekân
(Dört usulle üç doğumu yarattı; düzeltti altı yön, yer-gök ve kâinatı).
Erbain (erbaun) kelimesi de aynı kök üzeredir. “Kırk, kırkıncı; Aralığın 22’sinde başlayıp Ocağın 31’ine kadar 40 gün süren ve kışın en soğuk zamânı sayılan kara kış devresi; esmâ yoluyle sülûku kabul eden tarîkatlarda dervişlerin nefislerini terbiye etmek için bir yere kapanarak dış dünya ile ilişkilerini kestikleri, çok az yiyecekle yetinip kendilerini ibâdete verdikleri 40 günlük döneme verilen isim, çile manalarına gelmektedir.
Kelime A’raf Suresi 142. ayette şöyle geçer:
Vevâ’adnâ mûsâ selâsîne leyleten veetmemnâhâ bi’aşrin fetemme mîkâtu rabbihi erba’îne leyleten vekâle mûsâ li-eḣîhi hârûne-hlufnî fî kavmî veaslih velâ tettebi’ sebîle-l mufsidîn.”
(Ve Mûsa ile otuz geceye vaadleştik ve onu bir on ile tamamladık, artık Rabbinin tayin ettiği vakti tam kırk gece oldu. Ve Mûsa kardeşi Harun'a dedi ki: «Sen kavmimin içinde benim halifem ol ve ıslaha çalış ve müfsidlerin yoluna tâbi olma).
Kelime, Âşık Çelebi’nin bir beytinde şöyle geçer:
Herkesün bir mesnedi vü bir şefâ’at-hâhı var
Bendenün bâb-ı Muhammedle Hadîs’-i Erba’în
(Herkesin bir dayanağı ve yardımcısı/şefaatçisi var; Muhammed kapısındaki kölenin ise kırk hadisi var).
Rub’ kelimesi de aynı kök üzeredir. “Dörtte bir, çeyrek; kumaş ölçmekte kullanılan 68 santim uzunluğunda çarşı arşınının sekizde biri miktârındaki uzunluk ölçüsü, urup; kuruşun dörtte biri, on paralık sikke; bir tahıl ölçeği” manalarına gelen kelime, halk ağzında urup şeklinde kullanılmıştır. Bir şeyin çok ucuz, bedava olduğunu ifade etmek için Türkçede şu deyim kullanılır: “Bedavadan urup eksiğine.” Yine kelime astronomide “rubu fenni” ve “rubu tahtası” gibi kavramlarda da kullanılmıştır.
Rub’ kelimesi Nisa Suresi 12. ayette şöyle geçer:
“Velekum nisfu mâ terake ezvâcukum in lem yekun lehunne veledun fe-in kâne lehunne veledun felekumu-r rubu’u mimmâ terakne min ba’di vasiyyetin yûsîne bihâ ev deynin velehunne-r rubu’u mimmâ teraktum in lem yekun lekum veledun.”
(Eğer çocukları yoksa karılarınızın geriye bıraktıklarının yarısı sizindir. Eğer çocukları varsa, bıraktıklarının dörtte biri sizindir. (Bu paylaştırma, ölen karılarınızın) yaptıkları vasiyetlerin yerine getirilmesi yahut borçlarının ödenmesinden sonradır. Eğer sizin çocuğunuz yoksa bıraktığınızın dörtte biri onlarındır).
Kelime Edirneli Nazmî’nin bir beytinde rub’-ı meskûn şekliyle geçer. Bir coğrafya terimi olarak kullanılan bu terkip “Oturulan dörtte bir kısım, eski coğrafyacılara göre dünyanın, üzerinde hayat bulunan oturmaya elverişli karalarla kaplı kısmı” manasına gelir.
Mülk-i dünyâ kimseye çünkim degüldür pây-dâr
Rub’-ı meskûn cümle miskîn buyrugunda oldı tut
(Dünyanın mülkü kimseye kalmaz; tut ki yeryüzü fakirlerin buyruğunda olsun).
Râbia, “salisenin altmışta biri; Osmanlılar’da askerî rütbelerden yüzbaşıya denk mülkî rütbe”dir. Râbi’ kelimesi ise dördüncü manasına gelir. Mücadele Suresi 7. ayette kelime şöyle geçer:
“Elem tera ennallâhe ya’lemu mâ fî-ssemâvâti vemâ fî-l-ardi mâ yekûnu min necvâ selâsetin illâ huve râbi’uhum velâ hamsetin illâ huve sâdisuhum velâ ednâ min zâlike velâ eksera illâ huve me’ahum eyne mâ kânû sümme yunebbi-uhum bimâ ‘amilû yevme-l kiyâmeti innallâhe bikulli şey-in ‘alîmun.”
(Göklerdeki ve yerdeki her şeyi Allah’ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişi gizlice konuşmaz ki, dördüncüleri O olmasın. Beş kişi gizlice konuşmaz ki altıncıları O olmasın. Bundan daha az yahut daha çok da olsalar, nerede olurlarsa olsunlar, O mutlaka onlarla beraberdir. Sonra onlara yaptıklarını Kıyamet günü haber verecektir. Allah, her şeyi hakkıyla bilir).
Kelime Nevizade Atâî’nin bir beytinde şöyle geçer:
Sad-bâr-ı şükr ü minnet aldı yine Revân’ı
Hâkân-ı rub‘-ı meskûn Sultân Murâd-ı Râbî‘
(Yüz kere şükür ve minnet ki aldı yine Revan’ı; yeryüzünün hakanı Sultan Dördüncü Murad).
Terbî kelimesi de aynı kök üzeredir. “Dörde çıkarma, dört kat etme; dörde bölme; dört köşeli yapma; bir gazeli, her beytinin başına aynı vezinde ve önüne geldiği mısrâ ile aynı kāfiyede ikişer mısrâ ilâve ederek dörder mısrâlı bentler durumuna getirme; dördün” manalarına gelen kelime Ahmedî’nin bir beytinde şöyle geçer:
Kevâkib yüz sürüp ana yürür her biri bir yana
Neden-durur bu teslîs ü bu terbî’ ü kırân söyler
(Yıldızlar, sevgiliye yüz sürüp her biri bir yana gider; yıldızların teslis, terbi ve kıran denilen evrelerinin nedeni budur).
Rubâî kelimesi de aynı kök üzeredir. “Dörtlü; kendine mahsus aruz vezni kalıpları ile yazılan, genellikle tasavvufî, felsefî fikirleri, dünya görüşünü özlü bir şekilde anlatan dört mısrâlık nazım şekli, dübeyt; dört harfli mastar.”
Kelime Azmizâde Hâleti’nin bir beytinde şöyle geçer:
Gûyâ sütûn-ı hayme-i maʻnâ olup kalem
Hayyâm-ı çârsû-yı rubâî benem bu dem
(Kalem, sanki mana çadırının sütunudur; rubâî çarşısının bu zamandaki Hayyam’ı benim).
Murabba kelimesi de aynı kök üzeredir. “Dört unsur veya dört parçadan meydana gelen, dörtlü; kare; dörder mısrâlı bentlerden meydana gelen manzume; mûsikîmizde bugün beste denilen formun eski adı” manalarına gelen kelime, Bahtî’nin bir beytinde şöyle geçer:
Gülün vasfında bir tâze murabba‘ bağlamış bülbül
Makâmın kılmış üstâdâne ey gonca-dehân nevruz
(Bülbül, gülü övmek için bir taze beste yapmış; ey gonca ağızlı onun makamını üstada yakışır bir şekilde nevruz makamı eylemiş).
Murabba kelimesi bağdaş kurmak manasında Edirneli Nazmî’nin bir beytinde şöyle geçer:
Otur huzûr üzre bir kûşede murabba’
Nûş it müdâm Nazmî nüzhet-fezâ müselles
(Bağdaş kurup huzur üzere bir köşede otur; dâima gönül açan şarap iç ey Nazmi!)
“Bağdaş kurup oturan” manasındaki murabbanişin kelimesi, Azmizâde Hâletî’nin bir beytinde şöyle geçer:
Şol kim cihânda kahr-ı felekden emîn olur
San kâm-ı ejderhâda murabba‘-nişîn olur
(Şu kimse ki dünyada feleğin kahrından emin olur; ejderhanın kahrediciliği/arzusu karşısında bağdaş kuran gibidir).
“Bahar” manasındaki rebî kelimesi de “Bahar yağmurları” anlamına gelen murabi kelimesi de aynı kök üzeredir. Rebîiyye ise “ilkbahar için yazılmış kaside, bahariye”dir. Rebî kelimesi Âşık Çelebî’nin bir beytinde şöyle geçer:
Gülistân içre sultân-ı rebî’i itmege ârâm
Çemen-zârı tonatdı ak haymeyle gül-i badâm
(İlkbaharın sultanı, gül bahçesi içinde dinlenmekte; badem çiçeği, çimenliği beyaz çadırla donattı).
Aynı kök üzere Türkçede kullandığımız şu iki kelime ise hicri takvimin üçüncü ayı rebîülevvel ile dördüncü ayı rebîülâhir’dir. Ahmedî’nin bir beytinde Hz. Muhammed (a.s)’in doğumu şöyle anlatılır.
On ikisiydi Rebîü’l-evvelün
Ki olmuş idi üçüncü ayı ol yılın
Sayılarda bir kutsallık aramalı mıyız? Bu sorunun cevabını kim verecek? Kutsallardan arındırılmış bir dünyanın kutsallardan uzaklaşmış insanına sorarsak alacağımız cevap şaşırtıcı olmaz. Geçmişteki insana sorsak sorunun bizzat kendisi problemli. Kutsallarıyla yaşamaya çalışan bugünün modern insanlarında konuya dair daha çok kafa karışıklığı hâkim. Öyleyse ne yapalım bu sayıları?
Çocuklara geceleyin uyku duası ezberletilirdi:
Yattım sağıma, dönüm soluma,
Melekler şahit olsun, dinime imanıma,
Kapımızın arkasında kırk atlı,
Kırkı da Muhammed adlı…
Anneannem bizi uyutacağı sıra şu duayı tekrar ettirirdi:
Bismillahi sırsın
Ve billahi nursun
Yetmiş bin âyetel kürsü
Dört etrafıma kale olup dursun
Okuma yazma bilmeyen nümerolojiden ve cifir ilminden bîhaber anneannemin hayatında üç, yedi, kırk, otuz üç, doksan dokuz, bin, binbir gibi birçok sayının âdeta şifreli bir yanı vardı. Bu sayılar birtakım perdeleri aralayan, gizli olayların hakikatini açığa çıkaran anahtarlardı. En sıradan işte bile rakamlar, en iyiye götüren bir vasıta, usulden bir parçaydı. Hastaya neyi, ne kadar okursan oku, sonunda altmış yetmiş demeden üflenmezdi.
Sayının (aded) yazıdan önce bulunduğu söylenir. Sayılarla kurulan ilişkinin mistik yönünün İslam öncesi inançlara, Sami-Fars geleneğine, Babil’e, Mecusilere, Mezopotamya’ya, Tevrat’a, Kur’ân’a birçok yere bağlanabilecek tarafları bulunabilir. Fakat gözlemlediğim bir durum var ki o da şu.
Sayılarla aşkın bir bağ kuran insanlarda, meşakkatler karşısında kuvvetli bir metanet oluyor. Rakamlar modern insan için yanlış alınan ilacın dozu gibi sonuçları itibariyle korkunç yıkımlar meydana getirirken modern öncesi insan için şifaya vesile oluyor. Bugün ekran başında sabahtan akşama kadar sadece sayıları takip eden insanların ruhları oldukça yorgun. Sayıdan hemen beklenen şey, kârdır. Küçük Prens, “büyükler rakamlara bayılır” derken bu pragmatik ilgiyi kasteder. Tahminler gerçekleşmediğinde, hüsrana yani iflasa sürüklenir hayatlar.
Rakamlara yüklediğimiz anlamlara yoğunlaşmak belki daha doğru olur. Fakat hangi anlama, hangi rakamla ulaşabiliriz? Bize hangi sayıyı hangi anlamla doldurmak gerektiğinin bilgisini ancak sâdık bir haberci, nebî getirebilir. Oysa bugün anlam arayışının makbul görülmediği bir dünyada, işin içerisine bir de metafizik dünyaya açılan sayıları sokmak bir adım sonra bizi büyücülüğe, kâhinliğe de yaklaştırabilir. İşin içinden çıkmanın zor olduğu bu konuyu yerinde bırakıp biz yine kırka dönelim.
Kırk dereden su getirmek; kırk katır mı, kırk satır mı? Kırk tarakta bezi olmak; kırkı çıkmak, kırk ambar, kırklamak, kırk duası, kırk helvası… gibi ifadelerin Türkçede nasıl zengin bir kullanım alanı varsa Farsçadaki çihl kelimesinden gelen “çile” ve Arapçadaki “erbain” kelimeleri de “kırk” demektir ve onların da aynı şekilde Türkçede çok zengin bir kullanım sahası vardır.
Çile çekmek, çile doldurmak, çile çıkarmak, çileden çıkmak, çileye girmek, çilehane, çilekeş… gibi özellikle tasavvuf literatürüne göndermelerin olduğu birçok kelime dilimizde kullanılır. Nefsi zorlayan, ona meşakkatli işler yaptıran, dünyanın meşgalelerinden uzak durulan, ibadete yoğunlaşmış kırk günlük bir çile geleneği tasavvuf geleneğinde yaygındır.
Hz. Muhammed (a.s)’e peygamberliğin kırk yaşında gelmesi, Hz. Musa (a.s)’nın Tur Dağı’nda kırk gece kalması, kırk gün kendini samimiyetle ibadete veren bir kimsenin kalp menbaından fışkıran hikmetlerin dilinden döküleceğine dair hadis-i şerif gibi kırk sayısının dikkat çektiği birçok durum söz konusudur.
Çilenin rahmete dönüştüğü mahal, ana rahmidir. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Nebi’nin bize öğrettiği dua Ahkâf Suresi’nde geçer:
“İnsana, anne ve babasına iyi davranmasını emrettik. Annesi onu zahmete katlanarak taşıdı ve zorluk çekerek doğurdu. Karnında taşıması ve sütten kesmesinin süresi otuz aydır. Nihayet çocuk olgunluğuna ulaşıp kırk yaşına girince şöyle yakarır: “Rabbim! Bana ve anne babama lütfettiğin nimete şükretmeye, razı olacağın işleri yapmaya beni muvaffak kıl. Benden gelecek nesli hayırlı eyle. Dönüp kapına başvurdum ve ben şüphesiz sana boyun eğenlerdenim!”
Bütün dünyanın şahitliğinde, anneler ve çocuklar katlediliyor. Rahmetin mahalline de kendisine de bir saldırı var Gazze’de, bir soykırım... Onlar çocuklar, değil kırk yaşına gelip anne babalarına Ahkaf Suresi’ndeki gibi dua etmeyi görebilsin, henüz ilk yaşlarında, bebekken hatta ana rahmindeyken öldürülüp insanın gelebileceği son seviyeye şahit oluyorlar. Gerek İsrail’in kıyıcılığı gerekse Müslümanların içerisinde yaşadığı devletlerin tepkisizliği ve etkisizliği bize Maide Suresi’nde bahsedilen kıssayı hatırlatıyor. Burada İsrailoğulları’nın kırk yıl kutsal topraklardan mahrum bırakılmış olması dikkat çekici.
“Ey kavmim! Allah’ın sizin için (vatan olarak) yazdığı kutsal topraklara girin, sakın geri dönmeyin, sonra kaybedenler siz olursunuz.” Dediler ki: “Ey Mûsâ! Orada zorba bir topluluk var, onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla giremeyiz. Ama oradan çıkarlarsa biz hemen gireriz.” Korkanlar arasından Allah’ın kendilerine lütufta bulunduğu iki (yiğit) adam şöyle dedi: “Kapıdan üzerlerine hücum edin; oraya girdiğiniz an artık kesinlikle siz galipsiniz. Eğer müminler iseniz ancak Allah’a güvenin.” İsrâiloğulları, “Ey Mûsâ! Onlar orada bulundukları sürece biz oraya asla girmeyeceğiz. Sen ve rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız!” dediler. Mûsâ, “Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum. Artık bizimle bu yoldan çıkmış kavim arasında sen hükmet” dedi. Allah buyurdu ki: “Öyleyse onlar yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşmak üzere oradan (kutsal topraklar) kırk yıl mahrum bırakılmışlardır. Artık sen yoldan çıkmış toplum için üzülme!”
İsrailoğulları o gün Hz. Mûsa’nın, zalimlere karşı savaşın, dediği yerde savaşmayıp zelil duruma düşerken bugün mazlumlara karşı savaşarak kendini yine horluğa mahkûm etmiştir. Emperyalistlere karşı savaşan Filistinliler ise izzettedir. Onları yalnız bırakan, düşmanı caydıramayan başta Müslüman kuvvetler olmak üzere geri kalan bütün güçler ve insanlık hakir düşmüştür.
Oysa buna benzer tarihte çok önemli bir olay daha olmuştur. Hz. Peygamber, Bedir Savaşı öncesinde savaşıp savaşmama konusunda sahabelerle istişare etmiş, gerek muhacir gerekse ensar, Hz. Peygamber’in emrinde olduklarını bildirmişlerdir. Ensârdan Mikdâd b. Amr el-Kindî şöyle demişti: “Ey Allah’ın elçisi! Biz sana İsrâiloğulları’nın Mûsâ’ya dediği gibi ‘Git, sen ve Rabbin beraber savaşın, doğrusu biz burada oturacağız’ demeyiz. Fakat ‘Git, sen ve Rabbin beraber savaşın, biz de sizinle birlikte savaşacağız’ deriz.”
Sonraki savaşlarda da Hz. Peygamber (a.s)’e itaat etmeyip antlaşmayı bozan, düşmanla bir olup tuzak kuran Medine’deki Yahudiler, kırklar meclisinin piri olan Hz. Ali (r.a)’nin eliyle bir kez daha mahrumiyeti tatmıştır. Kırk gün günahkâr, bir gün tövbekâr olan İsrail’in, Filistin direnişine dair anlayamayacağı gerçek şudur ki “kırk hırsız bir çıplağı soyamamış.”
Sömürmekte ne kadar mahir olurlarsa olsunlar, “Üryan geldim yine üryan giderim / Ölmemeğe elde fermanım mı var” diyen bir topluluğa karşı modern kırk haramilerin yani sömürgecilerin ve siyonistlerin galip gelmeleri mümkün değildir. Düşman; silahsız insanları, çocukları katlederken direniş her gün insanların vicdanında, tarih sahnesinde haklılığını açığa çıkarmaya devam edecektir.
Mesele Ümmî Sinan’ın işaret ettiği testinin doğru yere bırakılıp bırakılmadığı meselesi. Yoksa pınar akmaya zaten devam edecek…
Bir pınarın başına
Bir testiyi koysalar
Kırk yıl anda durası
Kendi dolası değil