Kanlı Tarihimizin bembeyaz sayfaları
Yayın:
Güncelleme:
Tarihimizin en eşsiz sayfasını oluşturan 57. Alay'ın isminin tek bir sokak ve caddeye verilmeyişi de ayrı bir utanç.
Kvai Köprüsü ve benzer II. Dünya filmlerini bin defa seyreden gençlerimiz, dünya tarihinin en eşitsiz ve en eşsiz Çanakkale Savaşı'nı kulaktan dolma bilgilerle geçiştirir.
Oysa hepimiz bu savaşı avcumuzun içi gibi bilmeliyiz. Bu trajedilerin en büyüğünü dönüp dönüp anlatmak, vatan ve insanlık görevidir.
Avcumuzun içi gibi. Sol elimiz, Gelibolu olsun. Sol avuç ayamızı açalım. Serçe parmağımız kıyısı Saroz Körfezi'ne açılan Arıburnu olsun. Başparmağımız Çanakkale Boğazı.
Avucumuzun ortasında büyük çizgiler, dereler, Arıburnu'na dökülen, Ağıl deresi, Çatlak Deresi, Sazlı dere. Başparmağımızın en yüksek yeri Kocaçimen. Onun altı, dik bayır Conkbayırı, onun da altı Şahinsırtı tepesi. Bileğinizde nabzın attığı yer Anafartalar olsun. Avcunuzun içindeki tepelerin, yerlerin isimleri yoktu, savaş sırasında haritalar çıkartılırken verildi: Süngübayırı, Topçutepesi, Kanlısırt..
Korkuderesi, Domuzderesi, Kemalyeri.. Ve parmakuçlarınızdaki sahil Seddülbahir, Gelibolu'nun tam ucu. Parmakaralarında Azmak deresi, Kozlar çayırı, Suvak kuyusu..
Bu küçük bir avuç harita üstünde tam 950 bin kişi savaştı. Bu arazi, tamamen fundalık, çalılık, engebeli, çukurlarla dolu.
Değil savaşmak yürümek mümkün değil. Düşman komutanları hatıralarında, 'Haritasız, barış zamanında dahi yürünemez. Karmakarışık, çapraşık, çukurlarla, tehlikelerle dolu, dikenli otlarla kaplı' diye yazmakta!
Kara savaşları 25 Nisan 1915'te başladı, tam sekiz ay sürdü. Savaşın ilk dört günü verilen muharebelerin şiddeti tüm sekiz aya bedel. Düşmanı ilk karşılayan 27. Alay'ın komutanı Şefik Aker'dir, ardından 57. Alay'dır, komutanı Mustafa Kemal'dir, sol yanına takviye gelen alayın adı ise 77. Alay'dır.
Sekiz ay boyunca onlarca alayımız, fırkamız, komutanımız kahramanca savaştı, herbirini anlatmak kitaplar doldurur, bu üç alayımızın özelliği, düşmanı ilk karşılamaları ve durdurmaları!
Bir manga dokuz kişiden oluşur. Dokuz manga bir takım demek... Bir bölük, üç takımdan oluşur. Düşmanın ilk çıkartması dörtbin askerdir, bu dörtbin askere karşı önce, sadece iki takım asker savaşmıştır.
Yani arkadan 27. Alay gelene kadar otuz-kırk kişi düşmanı oyaladı... Dörtbin kişiye karşı otuz kişi... Tarih kitapları bu birkaç manga askerin kahramanlığını ayrıntılarıyla yazmakta. Mesela bir çavuşumuz, omuzundan vuruldu, devam etti, diğer omzundan vuruldu, yine devam etti, bir bacağından vuruldu, yine devam etti...
Savaşın stratejisi basittir, Arıburnu'na gelen dünyanın gelmiş geçmiş en büyük en kalabalık zırhlı gemileri, önce Şahin Sırtı'na, hemen üstüne Conkbayırı'na tırmanıp, sonra, boğaza hakim tepe Kocaçimen'i ele geçirince, Çanakkale'den düşman gemileri rahatlıkla geçebilecek.
Ancak, düşmanın hangi sahilden çıkartma yapacağı, komutanlar arasında bugüne kadar süren tartışmalar yarattı. Düşman, Gelibolu'nun ucu Seddülbahir'den de çıkabilir, Arıburnu'ndan da, göstermelik olarak Anadolu kıyısına asker çıkarabilir!
Bu tereddüt düşmanın sahile çıkar çıkmaz vurulması hazırlığını karıştırmıştır!
Her alayımızda sadece bir makinelitüfek takımı var ve bu makinelitüfeklerin geri çevirme mekanizmaları yoktu. İlk günlerde düşman öndeyken sakıncası yoktu, ama sonraki günler bu makinelitüfekler işe yaramadı.
Askerlerimizin sırt çantaları bu çukurlarla dolu arazide çok yük olmuştur. Yemekleri, kazma kürek takımı dışındaki yükleri atılınca askerler hafifleyip, yükten kurtulmanın sevinciyle bayram yapmakta. Çünkü bu arazide yürümek, savaştan daha yorucu!
19. yüzyılda tüm dünyayı sömürgeleştirip, uçsuz bucaksız köle ve maden kaynaklarına ulaşan İngilizler, dünyanın en büyük savaş gemilerine sahip. Açıkta demirlemiş yüzlerce gemi, laz askerler, kıyıda henüz savaştan habersiz horon tepmekte...
Okumuş, bilgili, genç teğmen, askerlere, 'Düşman açıkta, siz burada horon tepiyorsunuz', der, 'O gemiler asker dolu, hepsinde azrail gibi toplar var', der. Laz asker: 'Korkma komutanım, Allah'tan büyük değiller ya' diye cevap verir.
Bu inanılmaz toplara, yüksekten keşif yapan balonlara, bomba atan ve yine keşif yapan yüzlerce teyyaresine karşılık, Türklerin bir topçu cephanesi fabrikası yoktu. İstanbul'da Yüzbaşı Piepen topçu cephanesi fabrikası kurulmuştu. Ama hikaye.
Yirmi toptan ancak biri patlıyor. Yine de komutanlar, boş mermileri manevra topu gibi atıyor, askerlere psikolojik destek için. Piyadeler, 'topçular bizi destekliyor' sansın diye. Topların boş seslerini kullanıyor. Bugün dahi komutanlar, arkalarına topçu desteği alamadıklarını kahırla anlatıyor.
Elimizde Bulgar cephanesinden kaptığımız birkaç top!
Bir de komutanların hatıralarında naklettiği, hepsi bir alem, Fatih zamanından kalma toplar. Şimdi Avustralya'da Gelibolu müzesindeki bir topun hikayesi ilginçtir. Bu bilgileri komutanlarımızın hatıralarından aldılar. 'Ey ziyaretçi, önünden geçmekte olduğun top, Türkler'in 1. Dünya Savaşı'nda ne kadar zaruret içinde olduğunu gösterir. Çünkü bu topu Türkler, Kafkasya cephesinden Süveyş'e sürmüş, Süveyş'ten Çanakkale'ye, biz de bu topu Çanakkale'den Avustralya'ya getirdik!'...
Üstelik, yine komutan hatıralarında, bu topun da arızalı olduğu söylenir. İngilizler Arıburnu'na yaptıkları çıkarmayı yıllar boyu milli bir bayram gibi 'andılar'.. İngiliz komutanlar hatıralarında askerlerine 'kahramanlık' payını bol keseden biçti... Mesela bir İngiliz komutan, 'O gün Conkbayırı tepesindeki makinelitüfeği ele geçirdik', diye yazıyor. Bizim komutanlarımız, bu hatıraları okuyunca, hatıralarını yeniden yazmaya başlıyor: 'Ele geçirdikleri o makinelitüfeği iki saat sonra ellerinden aldığımızı neden yazmıyorlar' diye...
Daha ilk gün, düşman, Arıburnu'ndan karaya çıkınca, hemen harekete geçen düşmanı göğüs göğüse karşılayan 27. Alay'ın komutanı Şefik Aker'dir. Ardından ona yetişmeye çalışan 57. Alay'ın komutanı Mustafa Kemal'dir. Hem Şefik Aker, hem Mustafa Kemal, komutanları Enver Paşa ve Limon Von Sanders tarafından eleştirildi. Oysa hem Şefik Aker, hem Mustafa Kemal, silahsız, bombasız, topsuz, alayına sürekli cesaret ve yiğitlik telkin ederek, onları, çıplak bir boğazlamaya sürüklemekte, eşsiz nutuklar atmakta. Türk tarihine geçen: 'Size ölmeyi emrediyorum, sizler ölürken arkadan birliklerinizin yetişmesi için zaman kazanacaksınız' nutku, 57. Alay'a söylenmiştir. Avustralya Gelibolu müzesinde sergilenen bir sancağımızın önünde şu bilgiler var: 'Ey ziyaretçi, önünden geçmekte olduğun sancak, dünya müzelerinin en nadir eseridir. Gelibolu'dan getirilmiştir. Son askerin altında cansız yattığı bir ağaç dalında asılı bulunmuştur!'
Mermileri bittikten sonra elleriyle ve süngüleriyle gırtlak gırtlağa savaşan bu alayımızın tümü şehit olmuştur..
Şefik Aker Paşa, Cemil Conk Paşa, Fahrettin Altay Paşa, Selahattin Adil Paşa ve Mustafa Kemal gibi daha nicelerinin hatıralarında Şahin Sırtı, Conkbayırı ve Kocaçimen muharebelerinde bu alaylarımızın kahramanlığı ayrıntılarıyla ve çok dokunaklı işlenir!
Topu, tüfeği, mermisi kalmayan, arkadan takviye alması imkansız, süngüsüyle düşman üzerine çullanmaktan başka hiçbir şansı kalmayan kahraman Şefik Aker ve Mustafa Kemal'in çaresizlikle askerlerine sabah akşam nutuk çekmesi... Onlara yalınkılıç, yumruk yumruğa kavgadan başka şansları olmadığını anlatması... Türk milletini... Fakru zaruretleri... Anadolu'yu... Yetimleri, öksüzleri, yokluğu, açlığı anlatması... Düşmanları anlatması... Silahsız askeri, yumruklarıyla, dünyanın en büyük mekanize birlikleri üstüne sürüklemeleri, dünya savaş tarihinde eşine bir daha rastlanmayacak, olağanüstü, masalsıdır!
Daha ilk gün düşmana yumrukları ve süngüleriyle çullanan 27. Alay'ın komutanı Şefik Aker ve ardından yetişen 57. Alay'ın komutanı Mustafa Kemal'in savaş tarihindeki tartışmaları sürmekte, çünkü, Enver Paşa ve Limon Von Sanders, ilk gün ani kararlarla büyük kayıplar verildiğini düşünürler. Şefik Aker'in iddiası, 'Acil ve ani kararla düşmanın önü kesilmeseydi, savaş başlamadan Çanakkale düşecekti', der. Ve birçok komutan hatıralarında, bu ilk dört gün içinde 27. ve 57. Alay'ın ani kararını destekler. Ayrıca, Şefik Aker ve Mustafa Kemal'in ani karar vermek zorunda kalması, arkadaki birliklerden hiç haber alınamamasıdır.
Enver Paşa cepheyi ziyaretinde bu yüzden Mustafa Kemal'in yanına uğramaz. Mustafa Kemal işte o gün Enver Paşa'ya küser. Savaşın sonraki aylarında Mustafa Kemal, arkadaki, Anafartalar'a tayin edilir.
O günlerin Time dergisi, Çanakkale Savaşı'na muhabir gönderir ve savaşı 'kavimler savaşı' olarak niteler. Çünkü İngilizler'in yanında, İskoçyalılar, İrlandalılar, Avusturyalılar, Yeni Zelandalılar, Gurkaslar, Çığlar, Pencabiler, Fransızlar ve Senegalliler omuz omuza savaşıyordu. Bizim birliklerimiz, geçtiğimiz beş yıl içinde, Balkanlar'da, Süveyş'te savaşmış, çok yorgun, hepsi Yozgatlı, Çankırılı, Trabzonlu ve özellikle İstanbullu çocuklardı. İstanbul çok yakın olduğu için ve sürekli takviye birlik istendiği için, İstanbul'dan savaşa erkek göndermeyen tek hane kalmadı. Bir de birlikte savaşa girdiğimiz için yanımızda Almanlar'ın beşyüz kişilik sembolik kuvveti vardı.
İlk günkü savaşların en trajik yanı, 27. ve 57. Alay'ı çaresiz bırakan, 27. Alay'ın solyanını korumakla görevli 77. Alay'ın çözülmesi ve savaş dışı kalmasıdır.
77. Alay korktu ve çalılıklara dağıldı. Sağa sola belirsiz ateş açıyor, hepsi başlarının çaresini düşünüyor. Kimi karın ağrısına tutulduğunu, kimi komutanını kaybettiğini bahane ediyor. Muharebenin en çetin safhasında 27. Alay'a takviye diye gelen 77. Alay, bir Arap birliğiydi. O kadar ruhsuzdu ki, cesed gömmek için verilen küçük aralarda keyifle nargile içiyorlardı. 77. Alay, ordumuzun tüm birliklerinde büyük hayalkırıklığı yarattı. Tüm komutanlarımız hatıralarında, bu Arap birliği yerine ön cephede, yanımızda bir Türk birliği olsaydı, savaşın ön cephesinde bu kadar ağır kayıplar verilmezdi, deniyor.
Düşmanın Arıburnu mu, Seddülbahir mi, Saroz Körfezi'nden mi çıkartma yapacağı tartışması, komutanların arasını açtı, sinir krizi geçirip, aklını kaybeden komutanlarımız oldu. Çünkü, Arıburnu'na çıkarılan birlikler 'göstermelik' olabilir, bütün kuvvetleri Arıburnu'na çıkartma yapılıyor diye buraya yığmak da çok tehlikeli olabilirdi...
Sonraki aylarda.. İngilizler 21 Ağustos'ta, tüm güçlerini toplayıp, büyük bir taarruza geçtiler. Bu taarruzda, İngiliz birlikleri içinde, İngiliz soylu ailelerinin en seçkin çocukları, hassa birliği, büyük kayıplar verince, İngilizler'in gözü korktu. Ve savaşı artık savunmaya, geri çekilmeye doğru düşünmeye başladılar. Sayısı hala tartışmalı, kırk, elli, yüz nakliye, savaş gemisi, aylarca İngiltere'ye, Londra'ya cesed taşıdı. Beşyüz bin asker çıkardılar sahile.
Conkbayırı'na sürünerek çıkan beşyüz bin kertenkele. Hepsi gördü sonunda, neymiş, Çanakkale!
Mustafa Kemal'in 57. Alay'ı yönettiği yerin adı Kemalyeri konuldu. Bugün toprağı kazın, havada birbirine çarpışıp kaynaşmış mermiler bulacaksınız.
Birbirlerinin gırtlaklarına sarılmış iskeletler göreceksiniz. Birbirinin kaburgasına süngü girmiş ve ikisi de karşılıklı dizçökmüş iskeletlerle karşılaşacaksınız.
Boğaz boğaza, gırtlak gırtlağa böyle bir savaşı tarih yazmaz.
Komutanlarımız hatıralarında 'Kahramanlarımız, uçarak düşmana hücum ettiler' diye yazıyor ve peşinden şöyle ekliyorlar: 'Buradaki uçarcası lafı bir benzetme değil, gerçekten uçtular. Conkbayırı tepesi uçurum, düşmanı kovalarken peşinden uçarak havada öldüler!'..
Yaralanmayan Türk komutanı yoktur, askerler savaştan düşmesin diye, hepsi göğüslerindeki şarapnel parçalarını askere göstermez.
Sedyeyle götürülen askerler, düşmanla biraz daha savaşamadım diye, kahırdan küfürler savuruyor. Kıpkırmızı sedye üstünde, yaralarından değil, savaştan geri kaldıkları için acıyla naralar atıyorlar.
İşte o savaşın ön cephesinde savaşan Avusturyalı Anzaclar, tam seksen sene, hiçbir sene sektirmeden, her yıldönümü, gemilerle yine Arıburnu sahiline geldiler. Conkbayırı tepesinde onları gazi dedelerimiz bekledi. Bu sefer süngüyle değil, kollarını açarak, sarılmak için birbirlerine koştular.
İnsanoğlunun büyük trajedisine yazılmış, çok ağlamaklı sahnelerdir bunlar. Mustafa Kemal'in topraklarımıza gömülen Anzac şehitliğine yazdığı o meşhur: 'Onlar artık bizim evlatlarımızdır' kitabesi, edebi olarak çok güçlüdür.
Düşman gemileri günlerce Conkbayırı sırtını bombalıyor. İngiliz komutanları çok haklı, bu kadar bombardımana tek bir otun, tek bir böceğin yaşaması mümkün değildi. Türk siperleri tamamen paramparça edildi. Yeniden siper kazmak vakit alıyor. Kazılsa da fazla derin kazılamıyor. Bu 'paramparça', büyük toplarla tamamen yerin altına gömülmüş siperlerden, Türk askerlerinin yerin altından fışkırıyor gibi yeniden savaşa koşması, herkesin aklını başından aldı. Gerçekten 'aklını' aldı, çünkü çok sonra, geride kalan askerlerimiz, şehidlerimizin, yeşil sarıklıların yanımızda savaştığı gibi bir yığın hikaye anlattı.. Bir yeşilsarıklı Türk birliği hikayesi, çok meşhurdur.
Askerlerimiz siper için, şehid arkadaşlarının cesed bedenlerini kullanmakta. Türk askerleri, önündeki arkadaşının ölüsüne, yanına ve soluna tahta koyup, üstüne birkaç kürekle toprak atıp, cesed yüksekliğinden sipere giriyor. Bir komutanımızın hatırası: 'Siperde atış yapan askerim, ikide bir doğrulup önündeki kumula toprak atıyor, ayağa kalktığında düşmana hedef oluyor, 'ne yapıyorsun' dedim. Asker, düşman mermilerinin ölen arkadaşının üstündeki toprağı boşaltıp, arkadaşının bacaklarını, karnını dışarda bıraktığını, yeniden üstüne toprak atmam gerekiyor, diye cevap verdi'...
Komutanlarımız hatıralarında, 'İngilizler bizi, zavallı Hintliler, uyuşuk Çinliler, ilkel Etiyopyalılar gibi kolaylıkla esir alıp burnumuza köle halkası takacaklarını sanıyorlardı', diyor.
Bu savaş, ordularımıza komutanlık yapan Limon Von Sanders'in ve birçok komutanımızın özetlediği gibi, çeliğe karşı, etin ve kemiğin savaşıydı.
Mevziler sekiz ay, yüz-yüzelli metre mesafeye kadar düştü, ancak, savaşın bazı bölümlerinde mevziler inanılmaz ama, beş metreye kadar düştü. Gemiler durmaksızın aylarca, bir ot, bir böcek kalması imkansız, gece gündüz dövüyor Şahinsırtı'nı, Conkbayırı'nı, Kocaçimen'i... Komutanımız atından iner inmez büyük bir top atışı parçalıyor atı, et parçaları, yüzüne çarpıyor, ya da, komutanımız haritası başındayken bir bombayla komuta ettiği bölüğün tümü bir anda havaya uçuyor...
Ya da, düşman lağımcıları, yerin altından, otomatik kazıcılarla, muhtemelen motorlarla, bizim mevzilerin gizlice tam altına kadar gelip dinamitliyorlar. Mevzilerimiz, üç-dört minare yüksekliğinde havaya uçuyor.
Mustafa Kemal anlatıyor, birinci siperdekiler hiç kurtulamamacasına düşüp ölüyor, arkalarında bekleyen ikinciler hemen siperlerine geçiyor, bir dakika sonra onlar da düşüyor, arkada bekleyenler, üç dakika sonra kendilerinin de öndekiler gibi öleceğini biliyor ve koşar adım yerlerini alıyorlar, onlar da ölüyor!..
Bir daha kara bir bayrakla gelemeyeceksin buraya
Üç-dört gün içinde iki saatlik uyku mümkün olmadı, üstelik, top gürültüleri insanı sağır ediyor. Ve seri makineli tüfeğin toprağı taraması, yere çarpmasından, toz duman bulutundan mevziler görünmüyor. Rüzgar bulutu birazcık yardığında komutanlar ancak dürbünle, süngülerin parıltısını farkedebiliyor.
Üstelik üstümüzde sürekli düşman balonları, tayyareleri, hem bilgi alıyor, hem mermi atıyor!
Mevziler birbirine o kadar yakınlaştı ki, değil mermi, yumruk mesafesinde! Cesed gömmek için verilen ateşkes sürelerinde çok uçuk, fantastik hikayeler de yaşandı. Komutanımız anlatıyor: 'Nerde söylesem, fantazi gibi bakıyorlar, gözümle gördüm, bu olay gözlerimin önünde oldu' diyor... Bir Türk askeri, İngiliz cephesine bir futbol topu atar. İngilizler topu alıp siperden çıkar, Alman siperine doğru paslaşarak ilerler ve Alman mevziine topu şutlayıp 'gooool' diye bağırıp geri dönerler!
(Çanakkale savaşlarında Türk halkının en sevdiği ve hala çocuklarına anlattığı hikaye meşhur dondurmacı hikayesidir. Avustralya'da yaşayan meşhur dondurmacımız ve bir kasabımız limandan Türkiye'ye savaşmaya gitmekte olan savaş gemilerini görür ve iki kişi tüm Avustralya'ya orada savaş açar. İki gün boyunca çatışır ve sonunda bir ormanda yakalanırlar ve göğüslerinden Türk bayrağı çıkar.)
Ölen İngiliz askerlerinin üstünden 'İstanbul' haritaları çıkıyor, bu kanlı haritalar bugün müzede. Yakalanan bir Anzac askerine, 'Neden buraya geldin' deniyor: 'Spor için' diyor!
Bilmiyorlardı bizim bahçemizde güller, top sesleriyle açılır, bizim bütün şarkılarımız 'Batan gül kana benziyor' diye başlar...
Savaşın bir türlü bitmeyişi, düşmanın, Conkbayırı'na bir türlü tırmanamayışı, her yeri cesedle doldurdu. Çanakkale savaşının en ıstırap dolu sahnesi burdadır. Çürümüş binlerce cesedin kokusuna tüm askerler böğürmekte, öğürmekte. Ve cesedlerin üstünü simsiyah bulut gibi karasinekler örtüyor. Cesedleri gömmek için geçirilecek zaman yok. İngilizler ikide bir cesedleri gömelim deyip, kokudan kurtulmak için, ateşkes istiyor. Pis kokudan öğürmemek için asker nefes almamaya çalışıyor, çoğu burnunu tülbentle kapatıyor. Zaten, top seslerinden östaki boruları patlamasın diye hepsi kulaklıklı kaput giyiyor.
Cesedlerin çürümüş, yeşillenmiş dudakları üstünden kalkan sinekler, askerin su içtiği bardaklara konuyor. Bardaklardan su içilmez oluyor. Üstleri tülbentle örtülüyor. Hatta su içerken o kısa arada, yüzlerce sinek hücum ediyor, bu yüzden, su, tülbentten süzülerek içiliyor. Bardakların da nasıl yapıldığını anlatalım, cephane sandıkları içindeki çinko astar süngüyle yırtılıp, külah gibi kıvrılıp, bardak yapılıyor!
Düşman askeri yüzlerce gemiyle kumsala, konserveler, etler, çikolatalar yığdı... Türk askerinin karavanası da komutanların anılarında. Bin yıldır aynı: Nohut, fasulye, bulgur, kuru üzüm. Çanakkale savaşına bazı komutanlar 'kuru baklanın zaferi' diyor!
Mermiler ve topların mevzileri toz-bulut içinde bırakması, sürekli, birlikleri, hatta, alayları birbirine karıştırıyor, savaş boyunca, komutanlar 'askerlerini' diğer alaylardan ayırtedemiyor.
Ve İngiliz komutanlar artık, askerlerini kırbaçla cepheye sürmeye başladı. Cüceler, bilmeden, devler ülkesine savaşa gelmişlerdi. Bilmiyorlardı, bizim bahçemizde güller, top sesleriyle açılır, bizim yaralarımız ancak top sesleriyle kapanır. Bizim bütün şarkılarımız 'batan gün kana benziyor' diye başlar. Şarapnel parçaları hala göğüslerini süslüyor gazilerimizin. Sevgilinin iri siyah gözleri gibi, bu madalyalarla kasabaların kahvelerinde ihtiyarlayıncaya kadar ne kadar mesut, ne kadar mutlu kahvelerini içtiler!
Dünyayı fethe kalkışan İngilizlerin lordları, kontları, soylu, nazenin çocuklar, işte burada, savaşa yemin ettiler. Şimdi orası bir açık hava müzesi. Şu yer adlarına bakın: Korkuderesi, Domuzderesi, Kanlısırt. Kanlıdere. Ve hala rüzgarlı ve hala çok soğuk!
Ey tümü şehit 57. Alay, ey kahraman 27. Alay, hikayenizi okuyunca, dilimiz tutuluyor, kalem elden düşüyor, 90 yıl sonra hala hıçkırıklar gözyaşlarıyla anıyoruz sizleri. Ne diyelim sizlere.. Şarkılarımızdaki gibi, 'Beni koynunuza alın'...
Toprağına sarılarak ölen yiğitler! Kapkara bir öfkeyle. Değil Çanakkale'den, düşmanı dünyadan kovdular. Ne kalk borusu çaldı, ne yat borusu. Uyumaksızın. Kudurmuş kurtlar gibi savaştı. Ne esir oldu, ne mağlup.. Aç karnına taşları, ağaçları kemirip, yine saldırdı!
Ay ışığıyla kanayan yaralarını sardılar. Alınlarındaki kan damlalarının gölünde süngülerini parlattılar.
Alınlarındaki kanlı teri, silecek adam kalmadı, içimizde. En meşhur şairlerimiz, bu kasırga karşısında, çaresiz, donakaldı.
Bakırdan, kızıl bir parıltı saçtılar geceye. Geceyi kemiklerle, mermilerle dantel dantel işlediler. Parçalanmış atların leşlerinde uyuyup, yeniden saldırdılar.
Yastık gibi yumuşacık mevziler kazdılar. Gecenin meşaleleri ateş böcekleri oldular. Memleketin en hüzünlü çiçeği, en soylu, gurur dolu, en uzun şarkıları oldular.
Derin ufuklarda uğuldayan topların ürküntüsü. O küçük patikada. Kuru otlar üzerinde. Çamura gömülü cesed parçaları üstüne, ebedi vatanlarına uzandılar. Çelik, kan, demirin korkunç fırtınasına, süngüleriyle karşı koydular.
Anadolu'nun çok yoksul, soğuk köylerinin çocukları. Sırılsıklam kan! Tepeden tırnağa mermi, şarapnel yarası. Daha düne kadar Çamlıca tepesinde şarkılar söyleyen İstanbul'un çocukları, bugün, bıyıklarından kan süzülen, eşsiz kahramanlar!
Vurulup, serildiğin yer, ebediyyen, buza kesmez artık. Ateş fışkırır, kalp atışından toprak. Korkma, Anadolu'nun boz kokulu rüzgarı, kanınızı kolalayıp kolalayıp Erciyes'in, Uludağ'ın tepelerine çoktan kaldırdı. Açılan yaralarınız Anadolu'nun ağır tekerleklerine motor oldu, kanınız, susuz çayırlarımıza kumaş oldu!
Sedyeyle taşınmadan, teneşire konmadan, tabutlara girmeden ölen yiğitler! Kanlıdere kurumadı hala. Sarı yapraklar, gözyaşı gibi düşen yiğitler! İngiliz dişlerini teker teker söken yiğitler! Omuzlarınız gibi yüksek şimdi, Conkbayırı, Kocaçimen!
Tankerlerden boşalan petrol gibi kan, loş, ıssız, dilsiz, hayalet dolu Domuzderesi, kanınızı taşırken nasıl gümbürdeyerek çağıldadı.. O bahar gecesi, taşları delen kanınızı kimsecikler görmedi. Dikenler mi battı, yılanlar mı soktu, mermiler mi ısırdı, kimsecikler sormadı.. Ege'nin suları, başını kaldırıp, o şehit kitabelerine bakar mı şimdi!
Artık ebediyyen uyumaz o sular. Nasıl okşar, okşar. Her akşam şarkılarla usul usul öper. Kazılmamış o mezarları hala!
Koşuyorum heyecanla o yüksek tepelere, 57. Alay'ın alnının değdiği o mübarek toprağa. Alnımı sürüyorum karatoprağın en ateşli yanağına
Kalın bir kefen gibi Saroz'un soğuk rüzgarı. Sormadı mı o gece silahsız asker olur mu? Mahalle maçı mı bu, beş metre mevzilerde savaşılır mı? Bu devlerin ülkesi, böyle minyatür sahalarda, kaç büyük savaş çıkardı!
Kocaçimen tepesinde patlayan heyecanlı rüzgarlar! Kuru çalılıklar içinde kuş gölgelerini, eski günlerin anısına sanki, çekiç gibi dövüyor hala. Ya da kuşların gölgesinde uyuyan, o eski şehitlere sarılmak istiyor!
Anadolu'dan katar katar trenler, çıplak, aç, yorgun ve çocuk askerler taşıdı. Salkım salkım söğütler ve nişanlılar, bu sevdalı gençlere el salladı.
Korkuderesi, tarihin bu en zalim kitaplarını yırtarak, çıldırarak, haykırır mı hala.
Conkbayırı'nda, bulutlar gibi dökülen demir yığınlarının altında kalan yiğitler, o gece, bir gecede Anadolu'nun saçları ağardı. Anneler türbelere koştu, Sakarya, Kızılırmak ağladı. Kuvvet versin diye yiğitlere sabahlara kadar dualar okundu. Kanlısırt'taki top sesleri, İstanbul'u salladı, Konya'yı ürpertti, Kars Kalesi'nden duyuldu.
Kibar İngiliz, ince, zarif, biblo suratlı İngiliz, ne kadar azgın, ne barbardı o gece. Arı kovanı gibi üşüştüler, dünyanın bütün bahçelerine gireceklerini sandılar. Tarihin bu en eski kapısında diz çöküp, döktükleri kanda boğuldular. Ve ders aldılar.
Bir daha kara bir bayrakla gelmeyeceksin buraya. Anadolu'nun, dağ, tepe, bu kardeş çocuklarını, işte gördünüz, yüzleri toprağa sürünmesin.
Yanaklarından alev fışkırır. Toprağa sürününce, kan yanaklarına kına oluyor. Kirazdır, yabançileğidir, karadır, kızılcıktır, çok kızgın, çok ıslaktır, yanakları. Kazıp kazıp çıkartıyoruz hala topraktan. Testi, çömlek değil bunlar. Toprağın güzel kokusuyla kiremitleşmiş, o yiğitlerin kurumuş yanakları.
Hala hangi köyüne girseniz Anadolu'nun, bu toprakla sırlanmış, kırık kalbimizin parçaları gibi, o kiremit isi rengi bulursunuz!
Gelibolu, Anadolu'nun yünden boyunbağı, en kederli gövdesi! Tatlı tatlı ışıldayan, yorulmak bilmeyen, Anadolu'nun gümüş renkli alnı. Söyle, gördün, hangi toprak parçası, top seslerini kadife elbiseler gibi giyinir böyle. Söyle, çiçeklerle dolu kırları kim giydirdi bu askerlerin üstüne. Ölümsüz kalbimiz, kalbimizin ta kendisi oldular...
Saroz'dan Anadolu'ya 90 yıldır, rüzgar değil.. Göğün rengine bulutuna karışıp, o askerlerin ateşten nefesleri, soluk soluk, esiyor hala!
Allaha ısmarladık deyip çıkarken son kez köyünüzden. Sarılıp, öptüğünüz o derelerin suyu... Şimdi biz, yetmiş milyon, kutsal şaraplar gibi çoluk çocuk içiyoruz, üstünde kelebekler oynaşan o derelerin suyunu!..
Mevzilerde yorgun düşüp, koynunuza yaslanıp sarılan o paslı tüfekler de, içtiler mi kana kana Korkudere'nin suyunu... Bugün kutsal emanetlerimiz gibi müzede, paslanmadı gitti.. Ay ışığında ayna gibi parıldıyor hala o eski süngüler!
O süngüler çapaydı. Gelibolu ceset tarlası. Bomba yanığı, et parçaları, çürümüş bacaklar, hendekler, çukurlar doldu.. Hücuma geçerken şehitlerimize köprü oldu cesedler.
Şimdi koşuyorum heyecanla o yüksek tepelere! 57. Alay'ın alnının değdiği o mübarek toprağa! Alnımı sürüyorum, karatoprağın bu en ateşli yanağına!
Saçları taşlara kaynamış. Büyük ve mutlu bir uykuya dalmışlar. Kafalarını parçalayarak cephane sandıkları düştü gökten. Bugün, taşların alınlarında hala damar damar şiş... Patlamış, iri kan damlaları duruyor hala!
Bu yüzden, bu tepeler akşamları çivit mavi, çiçekler gibi açıyor geceler. Lacivert gecelerin derin ufuklarında. Hala kanlı bir kılıç, ufukta, keskin keskin parlıyor.
Çiçekli entariler gibi, bu çimen çimen giysileri kırlara, kanımızın ortak alevi giydirdi. Ve demir gibi, çelik gibi ağır Gelibolu toprağı. Bin çeşit düşman kini. Yarasa soğuğu, çakal tüyü.
Çiçeklerin, kırların saçlarını tarıyor hala süngüler. Koşarak savaşmaktan ayakları sızlıyor mu, söyle, rüzgarlar neden kanını kurutamadığı hala?
Bizi öldürmeye yemin etmiş, tarihin elleriyle yoğruldu. Anlatılmaz, bu yumuşacık, şırıltılı, tatlı çimenlerin masalı! Anlatılmaz, şu arkadaki kabarmış çalılıkların destanı! Şu küçücük çakıl taşlarına gücüm yetmez. Öldükten sonra büyüyen şehitlerin taşlaşmış gözbebekleri gibi.
Burası üç merdiven, Şahinsırtı, Conkbayırı, Kocaçimen! Anadolu'ya buluttan, yürekten köprü oldular. Mermer gibi soğuk ve gururla bakan bu taşların içine soksam elimi. Kanla donmuş katılaşmış bu ateşin yüreğinden bir damarını kopartsam. O top seslerini şarkı nağmeleri gibi hatıralarıma alsam!
Görüyorum işte, çiçeklerin, kırların saçlarını tarıyor hala o eski süngüler. Kanlıdere'de kertenkeleler, kurbağalar. Dere kıyısında acı köklü otlar. Kekik otları. Koşarak savaşmaktan ayakları sızlıyor mu hala, söyle, rüzgarlar neden kanını kurutamadı hala!..
Gördünüz, bataryalar, çocuk kandırır gibi boş mermiler attı, gördünüz savaş değildi bu, Hafız Burhan'dan şarkılar dinlediler.
Alnımız toprağı 25 Nisan gecesi, işte bu tepede öptü.. Tarihin o büyük duvar saati, işte bu tepede, 'Dur, Çanakkale geçilmez!' dedi.
Çanakkale o gece, Avrupa'yı Asya'dan, iki büyük kıtayı bacaklarından bir daha ayırdı!
Ey çok uzaklardan gelen yabancı! Bu pembe güller. Bu hırçın rüzgar. Bu binkat gölgeler. Tarihin boynumuza, koynumuza dolanmış kolları. Her biri bize, ekmek kadar hava kadar, Adem kadar yakın. İşte gördünüz, hala zonkluyor her taşı.
Ey Seddülbahir, ey Conkbayırı, ey karşı kıyıda, bu top sesleriyle büyüyen, Bigalı köylü çocukları! Biz odun ateşiyle ısınmayı bilirdik. Onlar savaş gemilerinin cehennem kazanlarını başımızdan döktüler.. Kahpece, şeytanca, Afrika'yı, köleleri, zavallı Hintlileri, işte burada karşımıza diktiler!
Bunlar eski hatıralar. Şimdi, hala.. Karanlık gecelerinde... Tepelerde karmakarışık ağaçlar! Birbirine sokulur. Binkat gölgeler, boğazın sularına yaslanır. Kocaçimen, Anafartalar, her gece.. Saçlarını örer, örer toplar, rüzgarlarla dağıtır! Boğaz'ın sularını, testi testi şaraplar gibi, içer, o eski günlerin hatıralarıyla, hıçkırıklarla ağlar...
Ege'nin parıldayan ve gülümseyen memelerine... Kocaçimen, hafif kumları avuçlayıp.. Avuçlayıp, rüzgarlarıyla serper...
İşte böyle.. Şimdi o tepelerde, yüzbinlerce meçhul asker... Yüzbinlerce mezar.. Bu sonbahar gecesi, üstlerinde kurumuş yapraklar...
Bu sonbahar gecesi.. Kurumuş yapraklar uçuşuyor, içlerinde bir neşe... Bir neşe... Tarifsiz bir neşe!..
Sanmayın, bu kurumuş yapraklar bu gece orada, yalnız geziyor, yalnız uçuyor... Ruhlarımız 90 yıldır bu savaşın acısıyla hala hüngür hüngür ağlıyor!
#
Kvai Köprüsü ve benzer II. Dünya filmlerini bin defa seyreden gençlerimiz, dünya tarihinin en eşitsiz ve en eşsiz Çanakkale Savaşı'nı kulaktan dolma bilgilerle geçiştirir.
Oysa hepimiz bu savaşı avcumuzun içi gibi bilmeliyiz. Bu trajedilerin en büyüğünü dönüp dönüp anlatmak, vatan ve insanlık görevidir.
Avcumuzun içi gibi. Sol elimiz, Gelibolu olsun. Sol avuç ayamızı açalım. Serçe parmağımız kıyısı Saroz Körfezi'ne açılan Arıburnu olsun. Başparmağımız Çanakkale Boğazı.
Avucumuzun ortasında büyük çizgiler, dereler, Arıburnu'na dökülen, Ağıl deresi, Çatlak Deresi, Sazlı dere. Başparmağımızın en yüksek yeri Kocaçimen. Onun altı, dik bayır Conkbayırı, onun da altı Şahinsırtı tepesi. Bileğinizde nabzın attığı yer Anafartalar olsun. Avcunuzun içindeki tepelerin, yerlerin isimleri yoktu, savaş sırasında haritalar çıkartılırken verildi: Süngübayırı, Topçutepesi, Kanlısırt..
Korkuderesi, Domuzderesi, Kemalyeri.. Ve parmakuçlarınızdaki sahil Seddülbahir, Gelibolu'nun tam ucu. Parmakaralarında Azmak deresi, Kozlar çayırı, Suvak kuyusu..
Bu küçük bir avuç harita üstünde tam 950 bin kişi savaştı. Bu arazi, tamamen fundalık, çalılık, engebeli, çukurlarla dolu.
Değil savaşmak yürümek mümkün değil. Düşman komutanları hatıralarında, 'Haritasız, barış zamanında dahi yürünemez. Karmakarışık, çapraşık, çukurlarla, tehlikelerle dolu, dikenli otlarla kaplı' diye yazmakta!
Kara savaşları 25 Nisan 1915'te başladı, tam sekiz ay sürdü. Savaşın ilk dört günü verilen muharebelerin şiddeti tüm sekiz aya bedel. Düşmanı ilk karşılayan 27. Alay'ın komutanı Şefik Aker'dir, ardından 57. Alay'dır, komutanı Mustafa Kemal'dir, sol yanına takviye gelen alayın adı ise 77. Alay'dır.
Sekiz ay boyunca onlarca alayımız, fırkamız, komutanımız kahramanca savaştı, herbirini anlatmak kitaplar doldurur, bu üç alayımızın özelliği, düşmanı ilk karşılamaları ve durdurmaları!
Bir manga dokuz kişiden oluşur. Dokuz manga bir takım demek... Bir bölük, üç takımdan oluşur. Düşmanın ilk çıkartması dörtbin askerdir, bu dörtbin askere karşı önce, sadece iki takım asker savaşmıştır.
Yani arkadan 27. Alay gelene kadar otuz-kırk kişi düşmanı oyaladı... Dörtbin kişiye karşı otuz kişi... Tarih kitapları bu birkaç manga askerin kahramanlığını ayrıntılarıyla yazmakta. Mesela bir çavuşumuz, omuzundan vuruldu, devam etti, diğer omzundan vuruldu, yine devam etti, bir bacağından vuruldu, yine devam etti...
Savaşın stratejisi basittir, Arıburnu'na gelen dünyanın gelmiş geçmiş en büyük en kalabalık zırhlı gemileri, önce Şahin Sırtı'na, hemen üstüne Conkbayırı'na tırmanıp, sonra, boğaza hakim tepe Kocaçimen'i ele geçirince, Çanakkale'den düşman gemileri rahatlıkla geçebilecek.
Ancak, düşmanın hangi sahilden çıkartma yapacağı, komutanlar arasında bugüne kadar süren tartışmalar yarattı. Düşman, Gelibolu'nun ucu Seddülbahir'den de çıkabilir, Arıburnu'ndan da, göstermelik olarak Anadolu kıyısına asker çıkarabilir!
Bu tereddüt düşmanın sahile çıkar çıkmaz vurulması hazırlığını karıştırmıştır!
Her alayımızda sadece bir makinelitüfek takımı var ve bu makinelitüfeklerin geri çevirme mekanizmaları yoktu. İlk günlerde düşman öndeyken sakıncası yoktu, ama sonraki günler bu makinelitüfekler işe yaramadı.
Askerlerimizin sırt çantaları bu çukurlarla dolu arazide çok yük olmuştur. Yemekleri, kazma kürek takımı dışındaki yükleri atılınca askerler hafifleyip, yükten kurtulmanın sevinciyle bayram yapmakta. Çünkü bu arazide yürümek, savaştan daha yorucu!
19. yüzyılda tüm dünyayı sömürgeleştirip, uçsuz bucaksız köle ve maden kaynaklarına ulaşan İngilizler, dünyanın en büyük savaş gemilerine sahip. Açıkta demirlemiş yüzlerce gemi, laz askerler, kıyıda henüz savaştan habersiz horon tepmekte...
Okumuş, bilgili, genç teğmen, askerlere, 'Düşman açıkta, siz burada horon tepiyorsunuz', der, 'O gemiler asker dolu, hepsinde azrail gibi toplar var', der. Laz asker: 'Korkma komutanım, Allah'tan büyük değiller ya' diye cevap verir.
Bu inanılmaz toplara, yüksekten keşif yapan balonlara, bomba atan ve yine keşif yapan yüzlerce teyyaresine karşılık, Türklerin bir topçu cephanesi fabrikası yoktu. İstanbul'da Yüzbaşı Piepen topçu cephanesi fabrikası kurulmuştu. Ama hikaye.
Yirmi toptan ancak biri patlıyor. Yine de komutanlar, boş mermileri manevra topu gibi atıyor, askerlere psikolojik destek için. Piyadeler, 'topçular bizi destekliyor' sansın diye. Topların boş seslerini kullanıyor. Bugün dahi komutanlar, arkalarına topçu desteği alamadıklarını kahırla anlatıyor.
Elimizde Bulgar cephanesinden kaptığımız birkaç top!
Bir de komutanların hatıralarında naklettiği, hepsi bir alem, Fatih zamanından kalma toplar. Şimdi Avustralya'da Gelibolu müzesindeki bir topun hikayesi ilginçtir. Bu bilgileri komutanlarımızın hatıralarından aldılar. 'Ey ziyaretçi, önünden geçmekte olduğun top, Türkler'in 1. Dünya Savaşı'nda ne kadar zaruret içinde olduğunu gösterir. Çünkü bu topu Türkler, Kafkasya cephesinden Süveyş'e sürmüş, Süveyş'ten Çanakkale'ye, biz de bu topu Çanakkale'den Avustralya'ya getirdik!'...
Üstelik, yine komutan hatıralarında, bu topun da arızalı olduğu söylenir. İngilizler Arıburnu'na yaptıkları çıkarmayı yıllar boyu milli bir bayram gibi 'andılar'.. İngiliz komutanlar hatıralarında askerlerine 'kahramanlık' payını bol keseden biçti... Mesela bir İngiliz komutan, 'O gün Conkbayırı tepesindeki makinelitüfeği ele geçirdik', diye yazıyor. Bizim komutanlarımız, bu hatıraları okuyunca, hatıralarını yeniden yazmaya başlıyor: 'Ele geçirdikleri o makinelitüfeği iki saat sonra ellerinden aldığımızı neden yazmıyorlar' diye...
Daha ilk gün, düşman, Arıburnu'ndan karaya çıkınca, hemen harekete geçen düşmanı göğüs göğüse karşılayan 27. Alay'ın komutanı Şefik Aker'dir. Ardından ona yetişmeye çalışan 57. Alay'ın komutanı Mustafa Kemal'dir. Hem Şefik Aker, hem Mustafa Kemal, komutanları Enver Paşa ve Limon Von Sanders tarafından eleştirildi. Oysa hem Şefik Aker, hem Mustafa Kemal, silahsız, bombasız, topsuz, alayına sürekli cesaret ve yiğitlik telkin ederek, onları, çıplak bir boğazlamaya sürüklemekte, eşsiz nutuklar atmakta. Türk tarihine geçen: 'Size ölmeyi emrediyorum, sizler ölürken arkadan birliklerinizin yetişmesi için zaman kazanacaksınız' nutku, 57. Alay'a söylenmiştir. Avustralya Gelibolu müzesinde sergilenen bir sancağımızın önünde şu bilgiler var: 'Ey ziyaretçi, önünden geçmekte olduğun sancak, dünya müzelerinin en nadir eseridir. Gelibolu'dan getirilmiştir. Son askerin altında cansız yattığı bir ağaç dalında asılı bulunmuştur!'
Mermileri bittikten sonra elleriyle ve süngüleriyle gırtlak gırtlağa savaşan bu alayımızın tümü şehit olmuştur..
Şefik Aker Paşa, Cemil Conk Paşa, Fahrettin Altay Paşa, Selahattin Adil Paşa ve Mustafa Kemal gibi daha nicelerinin hatıralarında Şahin Sırtı, Conkbayırı ve Kocaçimen muharebelerinde bu alaylarımızın kahramanlığı ayrıntılarıyla ve çok dokunaklı işlenir!
Topu, tüfeği, mermisi kalmayan, arkadan takviye alması imkansız, süngüsüyle düşman üzerine çullanmaktan başka hiçbir şansı kalmayan kahraman Şefik Aker ve Mustafa Kemal'in çaresizlikle askerlerine sabah akşam nutuk çekmesi... Onlara yalınkılıç, yumruk yumruğa kavgadan başka şansları olmadığını anlatması... Türk milletini... Fakru zaruretleri... Anadolu'yu... Yetimleri, öksüzleri, yokluğu, açlığı anlatması... Düşmanları anlatması... Silahsız askeri, yumruklarıyla, dünyanın en büyük mekanize birlikleri üstüne sürüklemeleri, dünya savaş tarihinde eşine bir daha rastlanmayacak, olağanüstü, masalsıdır!
Daha ilk gün düşmana yumrukları ve süngüleriyle çullanan 27. Alay'ın komutanı Şefik Aker ve ardından yetişen 57. Alay'ın komutanı Mustafa Kemal'in savaş tarihindeki tartışmaları sürmekte, çünkü, Enver Paşa ve Limon Von Sanders, ilk gün ani kararlarla büyük kayıplar verildiğini düşünürler. Şefik Aker'in iddiası, 'Acil ve ani kararla düşmanın önü kesilmeseydi, savaş başlamadan Çanakkale düşecekti', der. Ve birçok komutan hatıralarında, bu ilk dört gün içinde 27. ve 57. Alay'ın ani kararını destekler. Ayrıca, Şefik Aker ve Mustafa Kemal'in ani karar vermek zorunda kalması, arkadaki birliklerden hiç haber alınamamasıdır.
Enver Paşa cepheyi ziyaretinde bu yüzden Mustafa Kemal'in yanına uğramaz. Mustafa Kemal işte o gün Enver Paşa'ya küser. Savaşın sonraki aylarında Mustafa Kemal, arkadaki, Anafartalar'a tayin edilir.
O günlerin Time dergisi, Çanakkale Savaşı'na muhabir gönderir ve savaşı 'kavimler savaşı' olarak niteler. Çünkü İngilizler'in yanında, İskoçyalılar, İrlandalılar, Avusturyalılar, Yeni Zelandalılar, Gurkaslar, Çığlar, Pencabiler, Fransızlar ve Senegalliler omuz omuza savaşıyordu. Bizim birliklerimiz, geçtiğimiz beş yıl içinde, Balkanlar'da, Süveyş'te savaşmış, çok yorgun, hepsi Yozgatlı, Çankırılı, Trabzonlu ve özellikle İstanbullu çocuklardı. İstanbul çok yakın olduğu için ve sürekli takviye birlik istendiği için, İstanbul'dan savaşa erkek göndermeyen tek hane kalmadı. Bir de birlikte savaşa girdiğimiz için yanımızda Almanlar'ın beşyüz kişilik sembolik kuvveti vardı.
İlk günkü savaşların en trajik yanı, 27. ve 57. Alay'ı çaresiz bırakan, 27. Alay'ın solyanını korumakla görevli 77. Alay'ın çözülmesi ve savaş dışı kalmasıdır.
77. Alay korktu ve çalılıklara dağıldı. Sağa sola belirsiz ateş açıyor, hepsi başlarının çaresini düşünüyor. Kimi karın ağrısına tutulduğunu, kimi komutanını kaybettiğini bahane ediyor. Muharebenin en çetin safhasında 27. Alay'a takviye diye gelen 77. Alay, bir Arap birliğiydi. O kadar ruhsuzdu ki, cesed gömmek için verilen küçük aralarda keyifle nargile içiyorlardı. 77. Alay, ordumuzun tüm birliklerinde büyük hayalkırıklığı yarattı. Tüm komutanlarımız hatıralarında, bu Arap birliği yerine ön cephede, yanımızda bir Türk birliği olsaydı, savaşın ön cephesinde bu kadar ağır kayıplar verilmezdi, deniyor.
Düşmanın Arıburnu mu, Seddülbahir mi, Saroz Körfezi'nden mi çıkartma yapacağı tartışması, komutanların arasını açtı, sinir krizi geçirip, aklını kaybeden komutanlarımız oldu. Çünkü, Arıburnu'na çıkarılan birlikler 'göstermelik' olabilir, bütün kuvvetleri Arıburnu'na çıkartma yapılıyor diye buraya yığmak da çok tehlikeli olabilirdi...
Sonraki aylarda.. İngilizler 21 Ağustos'ta, tüm güçlerini toplayıp, büyük bir taarruza geçtiler. Bu taarruzda, İngiliz birlikleri içinde, İngiliz soylu ailelerinin en seçkin çocukları, hassa birliği, büyük kayıplar verince, İngilizler'in gözü korktu. Ve savaşı artık savunmaya, geri çekilmeye doğru düşünmeye başladılar. Sayısı hala tartışmalı, kırk, elli, yüz nakliye, savaş gemisi, aylarca İngiltere'ye, Londra'ya cesed taşıdı. Beşyüz bin asker çıkardılar sahile.
Conkbayırı'na sürünerek çıkan beşyüz bin kertenkele. Hepsi gördü sonunda, neymiş, Çanakkale!
Mustafa Kemal'in 57. Alay'ı yönettiği yerin adı Kemalyeri konuldu. Bugün toprağı kazın, havada birbirine çarpışıp kaynaşmış mermiler bulacaksınız.
Birbirlerinin gırtlaklarına sarılmış iskeletler göreceksiniz. Birbirinin kaburgasına süngü girmiş ve ikisi de karşılıklı dizçökmüş iskeletlerle karşılaşacaksınız.
Boğaz boğaza, gırtlak gırtlağa böyle bir savaşı tarih yazmaz.
Komutanlarımız hatıralarında 'Kahramanlarımız, uçarak düşmana hücum ettiler' diye yazıyor ve peşinden şöyle ekliyorlar: 'Buradaki uçarcası lafı bir benzetme değil, gerçekten uçtular. Conkbayırı tepesi uçurum, düşmanı kovalarken peşinden uçarak havada öldüler!'..
Yaralanmayan Türk komutanı yoktur, askerler savaştan düşmesin diye, hepsi göğüslerindeki şarapnel parçalarını askere göstermez.
Sedyeyle götürülen askerler, düşmanla biraz daha savaşamadım diye, kahırdan küfürler savuruyor. Kıpkırmızı sedye üstünde, yaralarından değil, savaştan geri kaldıkları için acıyla naralar atıyorlar.
İşte o savaşın ön cephesinde savaşan Avusturyalı Anzaclar, tam seksen sene, hiçbir sene sektirmeden, her yıldönümü, gemilerle yine Arıburnu sahiline geldiler. Conkbayırı tepesinde onları gazi dedelerimiz bekledi. Bu sefer süngüyle değil, kollarını açarak, sarılmak için birbirlerine koştular.
İnsanoğlunun büyük trajedisine yazılmış, çok ağlamaklı sahnelerdir bunlar. Mustafa Kemal'in topraklarımıza gömülen Anzac şehitliğine yazdığı o meşhur: 'Onlar artık bizim evlatlarımızdır' kitabesi, edebi olarak çok güçlüdür.
Düşman gemileri günlerce Conkbayırı sırtını bombalıyor. İngiliz komutanları çok haklı, bu kadar bombardımana tek bir otun, tek bir böceğin yaşaması mümkün değildi. Türk siperleri tamamen paramparça edildi. Yeniden siper kazmak vakit alıyor. Kazılsa da fazla derin kazılamıyor. Bu 'paramparça', büyük toplarla tamamen yerin altına gömülmüş siperlerden, Türk askerlerinin yerin altından fışkırıyor gibi yeniden savaşa koşması, herkesin aklını başından aldı. Gerçekten 'aklını' aldı, çünkü çok sonra, geride kalan askerlerimiz, şehidlerimizin, yeşil sarıklıların yanımızda savaştığı gibi bir yığın hikaye anlattı.. Bir yeşilsarıklı Türk birliği hikayesi, çok meşhurdur.
Askerlerimiz siper için, şehid arkadaşlarının cesed bedenlerini kullanmakta. Türk askerleri, önündeki arkadaşının ölüsüne, yanına ve soluna tahta koyup, üstüne birkaç kürekle toprak atıp, cesed yüksekliğinden sipere giriyor. Bir komutanımızın hatırası: 'Siperde atış yapan askerim, ikide bir doğrulup önündeki kumula toprak atıyor, ayağa kalktığında düşmana hedef oluyor, 'ne yapıyorsun' dedim. Asker, düşman mermilerinin ölen arkadaşının üstündeki toprağı boşaltıp, arkadaşının bacaklarını, karnını dışarda bıraktığını, yeniden üstüne toprak atmam gerekiyor, diye cevap verdi'...
Komutanlarımız hatıralarında, 'İngilizler bizi, zavallı Hintliler, uyuşuk Çinliler, ilkel Etiyopyalılar gibi kolaylıkla esir alıp burnumuza köle halkası takacaklarını sanıyorlardı', diyor.
Bu savaş, ordularımıza komutanlık yapan Limon Von Sanders'in ve birçok komutanımızın özetlediği gibi, çeliğe karşı, etin ve kemiğin savaşıydı.
Mevziler sekiz ay, yüz-yüzelli metre mesafeye kadar düştü, ancak, savaşın bazı bölümlerinde mevziler inanılmaz ama, beş metreye kadar düştü. Gemiler durmaksızın aylarca, bir ot, bir böcek kalması imkansız, gece gündüz dövüyor Şahinsırtı'nı, Conkbayırı'nı, Kocaçimen'i... Komutanımız atından iner inmez büyük bir top atışı parçalıyor atı, et parçaları, yüzüne çarpıyor, ya da, komutanımız haritası başındayken bir bombayla komuta ettiği bölüğün tümü bir anda havaya uçuyor...
Ya da, düşman lağımcıları, yerin altından, otomatik kazıcılarla, muhtemelen motorlarla, bizim mevzilerin gizlice tam altına kadar gelip dinamitliyorlar. Mevzilerimiz, üç-dört minare yüksekliğinde havaya uçuyor.
Mustafa Kemal anlatıyor, birinci siperdekiler hiç kurtulamamacasına düşüp ölüyor, arkalarında bekleyen ikinciler hemen siperlerine geçiyor, bir dakika sonra onlar da düşüyor, arkada bekleyenler, üç dakika sonra kendilerinin de öndekiler gibi öleceğini biliyor ve koşar adım yerlerini alıyorlar, onlar da ölüyor!..
Bir daha kara bir bayrakla gelemeyeceksin buraya
Üç-dört gün içinde iki saatlik uyku mümkün olmadı, üstelik, top gürültüleri insanı sağır ediyor. Ve seri makineli tüfeğin toprağı taraması, yere çarpmasından, toz duman bulutundan mevziler görünmüyor. Rüzgar bulutu birazcık yardığında komutanlar ancak dürbünle, süngülerin parıltısını farkedebiliyor.
Üstelik üstümüzde sürekli düşman balonları, tayyareleri, hem bilgi alıyor, hem mermi atıyor!
Mevziler birbirine o kadar yakınlaştı ki, değil mermi, yumruk mesafesinde! Cesed gömmek için verilen ateşkes sürelerinde çok uçuk, fantastik hikayeler de yaşandı. Komutanımız anlatıyor: 'Nerde söylesem, fantazi gibi bakıyorlar, gözümle gördüm, bu olay gözlerimin önünde oldu' diyor... Bir Türk askeri, İngiliz cephesine bir futbol topu atar. İngilizler topu alıp siperden çıkar, Alman siperine doğru paslaşarak ilerler ve Alman mevziine topu şutlayıp 'gooool' diye bağırıp geri dönerler!
(Çanakkale savaşlarında Türk halkının en sevdiği ve hala çocuklarına anlattığı hikaye meşhur dondurmacı hikayesidir. Avustralya'da yaşayan meşhur dondurmacımız ve bir kasabımız limandan Türkiye'ye savaşmaya gitmekte olan savaş gemilerini görür ve iki kişi tüm Avustralya'ya orada savaş açar. İki gün boyunca çatışır ve sonunda bir ormanda yakalanırlar ve göğüslerinden Türk bayrağı çıkar.)
Ölen İngiliz askerlerinin üstünden 'İstanbul' haritaları çıkıyor, bu kanlı haritalar bugün müzede. Yakalanan bir Anzac askerine, 'Neden buraya geldin' deniyor: 'Spor için' diyor!
Bilmiyorlardı bizim bahçemizde güller, top sesleriyle açılır, bizim bütün şarkılarımız 'Batan gül kana benziyor' diye başlar...
Savaşın bir türlü bitmeyişi, düşmanın, Conkbayırı'na bir türlü tırmanamayışı, her yeri cesedle doldurdu. Çanakkale savaşının en ıstırap dolu sahnesi burdadır. Çürümüş binlerce cesedin kokusuna tüm askerler böğürmekte, öğürmekte. Ve cesedlerin üstünü simsiyah bulut gibi karasinekler örtüyor. Cesedleri gömmek için geçirilecek zaman yok. İngilizler ikide bir cesedleri gömelim deyip, kokudan kurtulmak için, ateşkes istiyor. Pis kokudan öğürmemek için asker nefes almamaya çalışıyor, çoğu burnunu tülbentle kapatıyor. Zaten, top seslerinden östaki boruları patlamasın diye hepsi kulaklıklı kaput giyiyor.
Cesedlerin çürümüş, yeşillenmiş dudakları üstünden kalkan sinekler, askerin su içtiği bardaklara konuyor. Bardaklardan su içilmez oluyor. Üstleri tülbentle örtülüyor. Hatta su içerken o kısa arada, yüzlerce sinek hücum ediyor, bu yüzden, su, tülbentten süzülerek içiliyor. Bardakların da nasıl yapıldığını anlatalım, cephane sandıkları içindeki çinko astar süngüyle yırtılıp, külah gibi kıvrılıp, bardak yapılıyor!
Düşman askeri yüzlerce gemiyle kumsala, konserveler, etler, çikolatalar yığdı... Türk askerinin karavanası da komutanların anılarında. Bin yıldır aynı: Nohut, fasulye, bulgur, kuru üzüm. Çanakkale savaşına bazı komutanlar 'kuru baklanın zaferi' diyor!
Mermiler ve topların mevzileri toz-bulut içinde bırakması, sürekli, birlikleri, hatta, alayları birbirine karıştırıyor, savaş boyunca, komutanlar 'askerlerini' diğer alaylardan ayırtedemiyor.
Ve İngiliz komutanlar artık, askerlerini kırbaçla cepheye sürmeye başladı. Cüceler, bilmeden, devler ülkesine savaşa gelmişlerdi. Bilmiyorlardı, bizim bahçemizde güller, top sesleriyle açılır, bizim yaralarımız ancak top sesleriyle kapanır. Bizim bütün şarkılarımız 'batan gün kana benziyor' diye başlar. Şarapnel parçaları hala göğüslerini süslüyor gazilerimizin. Sevgilinin iri siyah gözleri gibi, bu madalyalarla kasabaların kahvelerinde ihtiyarlayıncaya kadar ne kadar mesut, ne kadar mutlu kahvelerini içtiler!
Dünyayı fethe kalkışan İngilizlerin lordları, kontları, soylu, nazenin çocuklar, işte burada, savaşa yemin ettiler. Şimdi orası bir açık hava müzesi. Şu yer adlarına bakın: Korkuderesi, Domuzderesi, Kanlısırt. Kanlıdere. Ve hala rüzgarlı ve hala çok soğuk!
Ey tümü şehit 57. Alay, ey kahraman 27. Alay, hikayenizi okuyunca, dilimiz tutuluyor, kalem elden düşüyor, 90 yıl sonra hala hıçkırıklar gözyaşlarıyla anıyoruz sizleri. Ne diyelim sizlere.. Şarkılarımızdaki gibi, 'Beni koynunuza alın'...
Toprağına sarılarak ölen yiğitler! Kapkara bir öfkeyle. Değil Çanakkale'den, düşmanı dünyadan kovdular. Ne kalk borusu çaldı, ne yat borusu. Uyumaksızın. Kudurmuş kurtlar gibi savaştı. Ne esir oldu, ne mağlup.. Aç karnına taşları, ağaçları kemirip, yine saldırdı!
Ay ışığıyla kanayan yaralarını sardılar. Alınlarındaki kan damlalarının gölünde süngülerini parlattılar.
Alınlarındaki kanlı teri, silecek adam kalmadı, içimizde. En meşhur şairlerimiz, bu kasırga karşısında, çaresiz, donakaldı.
Bakırdan, kızıl bir parıltı saçtılar geceye. Geceyi kemiklerle, mermilerle dantel dantel işlediler. Parçalanmış atların leşlerinde uyuyup, yeniden saldırdılar.
Yastık gibi yumuşacık mevziler kazdılar. Gecenin meşaleleri ateş böcekleri oldular. Memleketin en hüzünlü çiçeği, en soylu, gurur dolu, en uzun şarkıları oldular.
Derin ufuklarda uğuldayan topların ürküntüsü. O küçük patikada. Kuru otlar üzerinde. Çamura gömülü cesed parçaları üstüne, ebedi vatanlarına uzandılar. Çelik, kan, demirin korkunç fırtınasına, süngüleriyle karşı koydular.
Anadolu'nun çok yoksul, soğuk köylerinin çocukları. Sırılsıklam kan! Tepeden tırnağa mermi, şarapnel yarası. Daha düne kadar Çamlıca tepesinde şarkılar söyleyen İstanbul'un çocukları, bugün, bıyıklarından kan süzülen, eşsiz kahramanlar!
Vurulup, serildiğin yer, ebediyyen, buza kesmez artık. Ateş fışkırır, kalp atışından toprak. Korkma, Anadolu'nun boz kokulu rüzgarı, kanınızı kolalayıp kolalayıp Erciyes'in, Uludağ'ın tepelerine çoktan kaldırdı. Açılan yaralarınız Anadolu'nun ağır tekerleklerine motor oldu, kanınız, susuz çayırlarımıza kumaş oldu!
Sedyeyle taşınmadan, teneşire konmadan, tabutlara girmeden ölen yiğitler! Kanlıdere kurumadı hala. Sarı yapraklar, gözyaşı gibi düşen yiğitler! İngiliz dişlerini teker teker söken yiğitler! Omuzlarınız gibi yüksek şimdi, Conkbayırı, Kocaçimen!
Tankerlerden boşalan petrol gibi kan, loş, ıssız, dilsiz, hayalet dolu Domuzderesi, kanınızı taşırken nasıl gümbürdeyerek çağıldadı.. O bahar gecesi, taşları delen kanınızı kimsecikler görmedi. Dikenler mi battı, yılanlar mı soktu, mermiler mi ısırdı, kimsecikler sormadı.. Ege'nin suları, başını kaldırıp, o şehit kitabelerine bakar mı şimdi!
Artık ebediyyen uyumaz o sular. Nasıl okşar, okşar. Her akşam şarkılarla usul usul öper. Kazılmamış o mezarları hala!
Koşuyorum heyecanla o yüksek tepelere, 57. Alay'ın alnının değdiği o mübarek toprağa. Alnımı sürüyorum karatoprağın en ateşli yanağına
Kalın bir kefen gibi Saroz'un soğuk rüzgarı. Sormadı mı o gece silahsız asker olur mu? Mahalle maçı mı bu, beş metre mevzilerde savaşılır mı? Bu devlerin ülkesi, böyle minyatür sahalarda, kaç büyük savaş çıkardı!
Kocaçimen tepesinde patlayan heyecanlı rüzgarlar! Kuru çalılıklar içinde kuş gölgelerini, eski günlerin anısına sanki, çekiç gibi dövüyor hala. Ya da kuşların gölgesinde uyuyan, o eski şehitlere sarılmak istiyor!
Anadolu'dan katar katar trenler, çıplak, aç, yorgun ve çocuk askerler taşıdı. Salkım salkım söğütler ve nişanlılar, bu sevdalı gençlere el salladı.
Korkuderesi, tarihin bu en zalim kitaplarını yırtarak, çıldırarak, haykırır mı hala.
Conkbayırı'nda, bulutlar gibi dökülen demir yığınlarının altında kalan yiğitler, o gece, bir gecede Anadolu'nun saçları ağardı. Anneler türbelere koştu, Sakarya, Kızılırmak ağladı. Kuvvet versin diye yiğitlere sabahlara kadar dualar okundu. Kanlısırt'taki top sesleri, İstanbul'u salladı, Konya'yı ürpertti, Kars Kalesi'nden duyuldu.
Kibar İngiliz, ince, zarif, biblo suratlı İngiliz, ne kadar azgın, ne barbardı o gece. Arı kovanı gibi üşüştüler, dünyanın bütün bahçelerine gireceklerini sandılar. Tarihin bu en eski kapısında diz çöküp, döktükleri kanda boğuldular. Ve ders aldılar.
Bir daha kara bir bayrakla gelmeyeceksin buraya. Anadolu'nun, dağ, tepe, bu kardeş çocuklarını, işte gördünüz, yüzleri toprağa sürünmesin.
Yanaklarından alev fışkırır. Toprağa sürününce, kan yanaklarına kına oluyor. Kirazdır, yabançileğidir, karadır, kızılcıktır, çok kızgın, çok ıslaktır, yanakları. Kazıp kazıp çıkartıyoruz hala topraktan. Testi, çömlek değil bunlar. Toprağın güzel kokusuyla kiremitleşmiş, o yiğitlerin kurumuş yanakları.
Hala hangi köyüne girseniz Anadolu'nun, bu toprakla sırlanmış, kırık kalbimizin parçaları gibi, o kiremit isi rengi bulursunuz!
Gelibolu, Anadolu'nun yünden boyunbağı, en kederli gövdesi! Tatlı tatlı ışıldayan, yorulmak bilmeyen, Anadolu'nun gümüş renkli alnı. Söyle, gördün, hangi toprak parçası, top seslerini kadife elbiseler gibi giyinir böyle. Söyle, çiçeklerle dolu kırları kim giydirdi bu askerlerin üstüne. Ölümsüz kalbimiz, kalbimizin ta kendisi oldular...
Saroz'dan Anadolu'ya 90 yıldır, rüzgar değil.. Göğün rengine bulutuna karışıp, o askerlerin ateşten nefesleri, soluk soluk, esiyor hala!
Allaha ısmarladık deyip çıkarken son kez köyünüzden. Sarılıp, öptüğünüz o derelerin suyu... Şimdi biz, yetmiş milyon, kutsal şaraplar gibi çoluk çocuk içiyoruz, üstünde kelebekler oynaşan o derelerin suyunu!..
Mevzilerde yorgun düşüp, koynunuza yaslanıp sarılan o paslı tüfekler de, içtiler mi kana kana Korkudere'nin suyunu... Bugün kutsal emanetlerimiz gibi müzede, paslanmadı gitti.. Ay ışığında ayna gibi parıldıyor hala o eski süngüler!
O süngüler çapaydı. Gelibolu ceset tarlası. Bomba yanığı, et parçaları, çürümüş bacaklar, hendekler, çukurlar doldu.. Hücuma geçerken şehitlerimize köprü oldu cesedler.
Şimdi koşuyorum heyecanla o yüksek tepelere! 57. Alay'ın alnının değdiği o mübarek toprağa! Alnımı sürüyorum, karatoprağın bu en ateşli yanağına!
Saçları taşlara kaynamış. Büyük ve mutlu bir uykuya dalmışlar. Kafalarını parçalayarak cephane sandıkları düştü gökten. Bugün, taşların alınlarında hala damar damar şiş... Patlamış, iri kan damlaları duruyor hala!
Bu yüzden, bu tepeler akşamları çivit mavi, çiçekler gibi açıyor geceler. Lacivert gecelerin derin ufuklarında. Hala kanlı bir kılıç, ufukta, keskin keskin parlıyor.
Çiçekli entariler gibi, bu çimen çimen giysileri kırlara, kanımızın ortak alevi giydirdi. Ve demir gibi, çelik gibi ağır Gelibolu toprağı. Bin çeşit düşman kini. Yarasa soğuğu, çakal tüyü.
Çiçeklerin, kırların saçlarını tarıyor hala süngüler. Koşarak savaşmaktan ayakları sızlıyor mu, söyle, rüzgarlar neden kanını kurutamadığı hala?
Bizi öldürmeye yemin etmiş, tarihin elleriyle yoğruldu. Anlatılmaz, bu yumuşacık, şırıltılı, tatlı çimenlerin masalı! Anlatılmaz, şu arkadaki kabarmış çalılıkların destanı! Şu küçücük çakıl taşlarına gücüm yetmez. Öldükten sonra büyüyen şehitlerin taşlaşmış gözbebekleri gibi.
Burası üç merdiven, Şahinsırtı, Conkbayırı, Kocaçimen! Anadolu'ya buluttan, yürekten köprü oldular. Mermer gibi soğuk ve gururla bakan bu taşların içine soksam elimi. Kanla donmuş katılaşmış bu ateşin yüreğinden bir damarını kopartsam. O top seslerini şarkı nağmeleri gibi hatıralarıma alsam!
Görüyorum işte, çiçeklerin, kırların saçlarını tarıyor hala o eski süngüler. Kanlıdere'de kertenkeleler, kurbağalar. Dere kıyısında acı köklü otlar. Kekik otları. Koşarak savaşmaktan ayakları sızlıyor mu hala, söyle, rüzgarlar neden kanını kurutamadı hala!..
Gördünüz, bataryalar, çocuk kandırır gibi boş mermiler attı, gördünüz savaş değildi bu, Hafız Burhan'dan şarkılar dinlediler.
Alnımız toprağı 25 Nisan gecesi, işte bu tepede öptü.. Tarihin o büyük duvar saati, işte bu tepede, 'Dur, Çanakkale geçilmez!' dedi.
Çanakkale o gece, Avrupa'yı Asya'dan, iki büyük kıtayı bacaklarından bir daha ayırdı!
Ey çok uzaklardan gelen yabancı! Bu pembe güller. Bu hırçın rüzgar. Bu binkat gölgeler. Tarihin boynumuza, koynumuza dolanmış kolları. Her biri bize, ekmek kadar hava kadar, Adem kadar yakın. İşte gördünüz, hala zonkluyor her taşı.
Ey Seddülbahir, ey Conkbayırı, ey karşı kıyıda, bu top sesleriyle büyüyen, Bigalı köylü çocukları! Biz odun ateşiyle ısınmayı bilirdik. Onlar savaş gemilerinin cehennem kazanlarını başımızdan döktüler.. Kahpece, şeytanca, Afrika'yı, köleleri, zavallı Hintlileri, işte burada karşımıza diktiler!
Bunlar eski hatıralar. Şimdi, hala.. Karanlık gecelerinde... Tepelerde karmakarışık ağaçlar! Birbirine sokulur. Binkat gölgeler, boğazın sularına yaslanır. Kocaçimen, Anafartalar, her gece.. Saçlarını örer, örer toplar, rüzgarlarla dağıtır! Boğaz'ın sularını, testi testi şaraplar gibi, içer, o eski günlerin hatıralarıyla, hıçkırıklarla ağlar...
Ege'nin parıldayan ve gülümseyen memelerine... Kocaçimen, hafif kumları avuçlayıp.. Avuçlayıp, rüzgarlarıyla serper...
İşte böyle.. Şimdi o tepelerde, yüzbinlerce meçhul asker... Yüzbinlerce mezar.. Bu sonbahar gecesi, üstlerinde kurumuş yapraklar...
Bu sonbahar gecesi.. Kurumuş yapraklar uçuşuyor, içlerinde bir neşe... Bir neşe... Tarifsiz bir neşe!..
Sanmayın, bu kurumuş yapraklar bu gece orada, yalnız geziyor, yalnız uçuyor... Ruhlarımız 90 yıldır bu savaşın acısıyla hala hüngür hüngür ağlıyor!