Misafir Kalem (Prof.Dr. Lale Erdem Karabıyık)
KÜRESEL KRİZ VE TÜRKİYE EKONOMİSİ
Bu yazımda sizlere küresel krizin başından bu güne kadar nedenleri ve sonuçlarıyla tahlilini yapmak istiyorum.
KÜRESEL KRİZ NASIL BAŞLADI?
Dünya ekonomisi 2002 yılından 2007 yılına kadar önemli bir büyüme ivmesi sağlamıştı. Söz konusu büyüme fon fazlası olan ülkeler başta olmak üzere önemli bir küresel sermaye birikiminin oluşmasını sağladı. Tabi özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki faiz arbitrajı ve borsalardaki spekülatif(havadan) kazançlara yönelen, zaman zaman da doğrudan yatırımlar şeklinde gelişmekte olan ülkelere daha uzun vadeli olarak gelmeyi tercih eden küresel sermaye, yatırımcıların kararsız hareketleri ile bu ülkelerin zaman zaman risklerini arttırsa da genelde cari açıklarının finansmanı ve sürdürülebilmesi açısından faydalı oldu. En azından giren sıcak parayla cari açığı yüksek olan ülkeler günü kurtarabildiler.
Ancak oluşan ve hızla yatırımlara yönelme iştahında olan küresel sermaye klasik yatırım enstrümanlarının yanı sıra reel varlıklara da hızla yöneldi.
Reel varlıkların piyasa değerleri hızla arttı. Büyük bir balon oluştu. Yani reel varlıkların değeri artan talep ile şişti.
Bir taraftan da başta Amerika'da olmak üzere konut piyasasında konut kredilerinin de etkisiyle büyük bir talep artışı yaşandı. Kredi kurumları limitlerinin ve konut değerlerinin zaman zaman üzerine çıkan krediler verdiler. Ancak sanıldığı gibi kredi alanların bu krediyi geri ödemekte zorlanması gibi bir durum krizin sebebi değildir. Zaten geri ödeme uzun yıllara yaygındır. Burada geri ödenemeyen batık kredilerin oranı krizi bu noktaya getirmek için yetersizdir. Asıl sebep, konut kredilerini baz alarak üretilmiş yatırım enstrümanlarının pazarındaki talebin giderek azalması, likiditenin zayıflamasıyla varlık fiyatlarının hızla düşmesi, buharlaşmasıdır. Yani balon hızla sönmüş, bilânçosunda bu varlıkları bulunduran finansal kuruluşları da söz konusu durum hızla yok etmeye başlamıştır.
Başlangıçta bir likidite sorunu olan söz konusu durum bir güven krizi haline dönüşmüştür. Ayrıca güven krizi olduğunun kabul edilmesinde de oldukça geç kalınmış ve sorun derinleşmiştir.
Sonuçta sistemik risk ve sistemik kriz olarak ifade ettiğimiz bir durum ortaya çıkmıştır.
Konuya Bilimsel Yaklaşım
Finansal sistem (yani genel olarak bankalar piyasası) ve reel sektör (yani ekonominin yapıtaşları olan işletmeler) bir ekonominin çarkını oluşturmaktadır. Finans sektöründeki bankaların bir ekonomideki temel işlevi mevduat toplamak ve kredi olarak kullandırmaktır. Finans sektörü ekonominin kredi muslukları ve para politikasının temel sayaçları olup burada meydana gelen herhangi bir sarsıntının ya da riskin reel sektöre aksetmesi genellikle uzun bir süreç gerektirmez. Burada önemli olan finasal piyasada meydana gelen bozulmaların ya da güven eksikliğinin kısa sürede çözümlenebilmesidir. Finansal sistemde cari durumunun bozulması sebebiyle ya da teknik yapısal bir sorun olmasa dahi psikolojik nedenlerle bir finans kuruluşuna güvensizlik başlayabilir. Sürü psikolojisi mevduatların bu kurumdan geri çekilmesine neden olabilir. Mevduatların geri çağrılma baskısı bu kurumun likiditesini daha da olumsuz etkileyecektir. Ancak eğer bu noktada yatırımcıları güvence altına alabilecek bir denetim otoritesinin varlığı ve devreye zamanında girmesi sorunu krize dönüşmeden çözebilir. Aksi halde durum tüm finansal kurumlara yayılacağından bu defa daha geniş kapsamlı Banka Paniği (finansal sistem paniği) ortaya çıkar ki işte geçmiş krizlere baktığımızda bu etkiyi çoğu ülkenin geçirdiği krizlerin tarihinden hatırlıyoruz. Finansal sistemdeki bozulmanın zaten bozulmuş ekonomik dataları ile mücadele vermeye çalışan bir ekonomide reel sektördeki krizi de tetiklemesi ve böylece ekonominin geneline yayılması çok kolaydır. Yana işte sistemik kriz. Bu nokta her zaman tartışma noktasıdır. Reel sektördeki bozulma mı finasal sektördeki krizi tetikledi? Yoksa finasal sektördeki bozulmamı reel sektörün bozulmasına yol açtı? Yani yumurta mı civcivden, civciv mi yumurtadan hesabı.
Tabi bahsettiğimiz bu felaket senaryosu denetim otoritesinin yetersiz olduğu ve risklerin öngörülmesinde gecikildiği, ölçülemediği ve yönetilemediği herhangi bir ekonomide bu derece hızlı olabilir. Ancak risk yönetimi sağlam ve denetim mekanizmasından taviz verilmiyorsa fazla paniğe gerek yoktur. Zaman göstermiştir ki anlattığımız bu durum sadece gelişmekte olan ülkelerin başına gelmemekte, gelişmiş ülkelerin de kabusu olabilmektedir. Aradaki fark gelişmiş ve özellikle dünya ekonomisinin motoru olan bir ülkede baş gösterince sarsıntının daha derinden ve büyük olmasıdır.
Şimdi konuya kaldığımız yerden geri dönelim. Yukarıda Amerika'da bir güven krizinin oluştuğundan bahsetmiştik.
Bir taraftan da Amerikan ekonomisi son yıllarda rant gelirleriyle, tüketim toplumu haline de dönüşmüştür. Ancak varlık fiyatlarında hızla yaşanan gerileme servetleri ve bilançoları eritmeye başlamıştır. Gelirlerin etkilenmesiyle 9,5 Trilyon dolarlık bir tüketim pazarı olan Amerika'nın tüketim ve yatırım iştahındaki azalma başta Avrupa ekonomileri olmak üzere tüm dünyaya yayılmaya başlamıştır. Yani domino etkisi oluşmuştur. Böylece durgunluğa girilmiş ve resesyon tehlikesi baş göstermiştir.
Bu aşamada gelişmiş ülkeler önce büyümeden daha fazla ödün vermemek adına, piyasadaki durgunluğu önlemeye çalışmış ve piyasaya likidite sağlamışlardır. Faiz oranları aşağıya çekilerek finansal yükler hafifletilmek istenmiş, piyasa düştüğü darboğazdan kurtarılmaya çalışılmıştır. Amerika yönetimi ve Merkez bankası FED'in burada zaman zaman panik hareketleri gözlenmiş, yeni yeni reçeteleri piyasaya sürerek, acil çözüm tedbirleri almaya çalışılmıştır.
Bilânçoları yavaş yavaş olumsuz gelmeye başlayan kredi kurumları ve özel sektördeki diğer işletmelerden sıra sıra kurbanlar verilmiştir. Ekonominin daha fazla zarar görmemesi adına devlet bu şirketlere kredi musluklarını açmış, likiditesi olmayan, daha önceden kabul etmediği varlıkları dahi karşılık alarak, kurumları desteklemeye çalışmıştır.
Bu kurumların likiditesi yok olmuş finansman bonolarını dahi kabul etmek zorunda kalan FED 700 milyar dolarlık, daha ciddi bir kurtarma planı hazırlayarak sorunu çözme yolunda adım atmıştır.
( Burada unutulmaması gereken konu dünyada küreselleşme olgusu ticarette, üretimde olduğu gibi finasal hareketlerde de söz konusudur. Esas domino etkisini yaratan zaten finansal küreselleşmedir. Kriz olduğu zaman ise yapılacak kurtarma planının yine küresel olması önemlidir. Ancak bu çok da kolay değildir ve kısa vadede sağlayabilmek güçtür. Çünkü sermaye küresel de olsa denetim otoriteleri ulusal bazda hareket etmektedir. ABD ile AB arasında kurtarma planlarında farklı görüşler ve adımlar olduğu gibi, zaten bu konuda AB nin de kendi içinde hemfikir olmadığını da zaman zaman görüyoruz.)
Hazırlanan 700 milyar dolarlık paket önce reddedilmiştir. Reddedilmesinin genel olarak nedeni ise paketin sadece krizin oluşmasındaki baş aktörleri kurtarmaya yönelik olduğunun ifade edilerek, daha alt kesimdeki mağdurların ve ekonominin kurtarma planından fayda göremeyeceğinin düşünülmesi, ayrıca mükelleflere fazla yük getirmesinin eleştirilmesidir.
Çok kısa bir süre sonra vergi avantajları, mevduatlara güvencenin arttırılması vb eklentilerle tekrar masaya yatırılan plan kabul edilmiştir. Ancak Newyork Menkul Kıymetler Borsasından bu kabule gelen tepki negatiftir. Bu da ekonomideki yangına çok sınırlı çözüm getireceği ve geçici bir rahatlama sağlayacağı beklentisini göstermektedir.
Söz konusu planda devlet şirketlerin aktiflerindeki kötü alacakları değerinin çok altında da olsa alacaktır.
Ancak bu durum işletmelere çok da bir fayda sağlamayacaktır. Hatta zor durumda kalarak bu satışa mecbur kalmak istemeyen işletmeler, yana yakıla sınır ötesindeki gayrimenkullerini dahi satışa çıkararak nakit toplamaya çalışmaktadırlar.
Likiditesi düşmüş, değersiz farlıkları satın almak devlete de bir yük getirecektir elbette. Tekrar bu varlıkların likiditesi yükselince ne olacaktır, devlet kar da edebilir, riske girdiği için ekonomi daha da zarar görebilir.
Avrupa'da başta İngiltere'ye yansıyan bozulmaya getirilen çözüm için Almanya ve Fransa arasında dahi bir kaos yaşanmış, daha sonra temel kararlarda anlaşılmıştır. Avrupa son günlerde söz konusu küresel krizi ABD 'nin krizi olarak görmekten vazgeçip,birlikte çözülmesi gereken bir küresel sorun olarak algılamaya başlamıştır.
Şimdi artık Gelişmiş ülkelerde zor duruma düşen şirketler devlete hisse vermek suretiyle de destekler alarak korunmaya çalışmaktadır. Tabi burada önemli bir konu daha gündeme geliyor. Alınan hisselerin piyasa değerlerinin gelecekte azalması ya da artması da devletin sorunu ve aldığı risk yükü olarak görülebilir.
Kaldı ki bir takım hisseler özelleştirme aksine devlet elinde toplanacaktır. Otoritelerin bu durumu ileride nasıl çözeceklerini, bunlardan karlı mı yoksa zararlı mı çıkacaklarını şuanda bilemiyoruz.
Sorun güven krizidir. Güven krizleri de ekonomiden kurban alırlar. Ancak çok kısa vadede olmasa da belki birkaç kurbandan sonra ortak kurtarma girişimleriyle gelişmiş ülkelerde dibe ulaşılmış olur ve oradan yeniden yukarı bir dönüş başlayabilir. Ancak bu ülkelerde faiz oranlarının büyümeden ödün vermemek adına sürekli geri çekildiğini ( geçtiğimiz hafta dahi)ve bu durumunda ileriye yönelik enflasyon riskini üzerine aldığını
Unutmayalım. Söz konusu ülkeler kriz yönetilmeye başlanıp, rota yerine oturunca bu defa da enflasyonla mücadele programına yönelecekler ve faiz oranları artmaya başlayacak.
Faiz oranlarının yükselmesi, küresel servetlerin erimesi ve küresel sermayenin azalması durumu bu fonların gelişmekte olan ülkelere daha nazlı ve yüksek maliyetli gelmesine neden olacaktır.
Unutulmamalıdır ki, kısa bir süre öncesine kadar gelişmiş ülkelerden kaçan ve gelişmekte olan ülkeleri ve yanı sıra emtiayı (altın petrol , hububat gibi) güvenli bir liman görerek sığınan küresel yatırımcılar , hem bu varlıkların değerini arttırmış hem de gelişmekte olan ülkelerin henüz krizi tam olarak hissetmemesini sağlamıştır.
Ancak tablo tersine döndüğünde, ya da gelişmiş ekonomiler yeniden güven sinyalleri verdiğinde küresel sermaye tekrar bu ülkelere yönelebilir bu durumda da krizin uzatmalı etkisi öncelikle gelişmekte olan ülkelerin yerel paraları üzerinde bozulmalara yol açacacaktır, belki bu ülkelerden hepsinde olmasa da ekonomisi zayıf, denetim otoriteleri yetersiz ve krizi yönetmeyi bilmeyen ülkelerde krizin yeni bir başlangıç noktası olabilecektir. Burada tek avuntu başta durgunluğun getirdiği talep azalışı sebebiyle petrol fiyatlarındaki gerilemedir. Ancak yerel paralardaki yeni dengelerin ithal girdi maliyetleri üzerine etkisi ve yüksek faiz ortamının getirdiği finansman maliyetinin yüksekliği tabi enflasyondaki tablo ve hedeflerin de yeniden revize edilmesini gerektirebilir.
TÜRKİYE EKONOMİSİNİN DURUMU
Ekonomide tehlike sinyalleri çalmaya başlamıştır. İlk çeyrekte görülen 6.7 oranındaki büyümenin 1.9 olarak gerçekleşmesi durgunluğu gösterebilir. Kaldı ki GSMH da esas kıpırdanmaların ikinci çeyrekte başlaması beklenir.
(Bu noktada yine önemli bir teknik karşılaştırma hatasından bahsetmek istiyorum. ABD, Avrupa ve Türkiye ekonomilerindeki büyüme kıyaslanmamalıdır. Çünkü zaten büyümenin bu ekonomilerde hesaplanma şekli farklıdır.
Biz çeyrekler bazında ve yıllar arasında aynı çeyrekleri karşılaştırarak artış oranını buluyoruz. Yani 2008 in 1. çeyreğiyle 2007 nin 1. çeyreği ya da 2008 in 2. çeyreğiyle 2007 nin 2. çeyreğini kıyaslamak gibi.
Oysa Avrupa'da takip eden aylar birbirleriyle karşılaştırılıyor, 9. ay ile 8. ay arasındaki fark 12 ile çarpılıyor ve büyüme ortaya çıkıyor. ABD'de ise her ay uçtan uça karşılaştırılarak hesaplanıyor. Bu nedenle farklı yöntemlerle hesaplanan büyüme oranları ile kıyaslama yapmak bize çok ayırıcı bir tanı sağlamaz. Başka parametrelere bakmamız gerekir.)
Diğer taraftan Türkiye ekonomisinde artan yatırım malları ithalatına karşılık, bunların yatırıma dönüşmediğini görüyoruz. Kamu yatırım harcamaları negatif, özel sektör yatırım harcamaları da durma noktasında.
Küresel ekonomide başta güven, yaveri olarak da likidite problemi olduğunda, tüketim ve yatırım harcamaları ertelenir. Para ve denetim otoriteleri daha temkinli hareket etmeye başlar ve talebin azalması zaten durgunluğun oluşması demektir.
Türkiye'de de şuana kadar fazla hissedilmemiş de olsa artık tehdit etmektedir. Haziran ayı istihdam verileri de tehdidin başladığını göstermektedir. Söz konusu durgunluk istihdam verilerinin daha olumsuz boyutlara gelmesini de sağlayabilir.
Özellikle Avrupa'ya olan % 62 oranındaki ihracatı nedeniyle Türkiye Avrupa ekonomisi orta vadede düzelme gösterip, alım gücü artınca, finansal piyasa yeniden düzenlenip, güven ortamı yaratılıncaya kadar söz konusu durgunluktan etkilenecektir.
Burada önemli olan finansal sektördeki kurumların ve reel sektördeki işletmelerin risk yönetimini başarıyla yapabilmeleridir. Geçirilen ya da hissedilen her kriz bir sınavdır, başarılı olarak riski yönetenler ise bir sonrakine daha az kırılgan olarak yakalanacaklardır. Alternatif planlar daima olmalıdır.
Çok panik yapmamak gerekir ama krizden etkilenmeyecekmiş gibi tedbir almamak da en büyük yanlış olur.
2001 krizi ile ise kesinlikle kıyaslanmamalıdır. Türkiye ekonomisi o kriz de sabit kur rejimindedir, döviz kurunda dünyaya açık opsiyon verilmiştir ve o dönemlerde özellikle finansal sektörün durumu oldukça zayıftır, kırılganlığı fazladır. Hiçbir sektörde henüz yeterli risk yönetimi kültürü ve mekanizmaları oluşmamıştır. Sıcak paranın hızlı çıkışının, likiditenin, güven probleminin etkileri büyük olmuştur. Birkaç kriz aynı anda yaşanmıştır. Tam bir sistemik kriz örneğidir.
Şimdi durum çok mu iyi? Özellikle finansal sektördeki bankaların riskleri daha az, sermaye yeterlilik rasyoları daha iyi, denetim otoritesi daha yakından takip altında, personel kalitesi, risk yönetim sistemleri ve bilânçolarıyla kırılganlıkları çok daha az.
Sıcak para 2001 deki hızıyla çıkamaz çünkü gidilecek daha iyi bir yer şimdilik az.
Ancak özel sektör aynı durumda değil. Sadece döviz kuru artışı 160 milyar dolar döviz borcu olan işletmeler için önemli bir tehdit unsuru. Çünkü dışarıdan zamanında düşük faizle borçlandılar, kur artışının olmayacağı beklentisiyle ve içeride kullandılar ya da çalıştırdılar.
Madalyonun diğer yüzünden bakarsak aşırı değerli YTL de dış pazardaki rekabet gücünü olumsuz etkilemektedir. EURO ve Dolar arasında değişen dengeler de ihracatı genelde euro ve ithalatı dolar olan ekonomide , beklentileri iyi tahmin edebilmek ve riski yönetmeyi gerekli kılmıştır. Kaldı ki ucuzlayan dövizin fiyatlara etkisi ise fazla olamamıştır. Çünkü kur belirsizliği sebebiyle üreticiler fiyatlara yansıtmakta gecikmeli davranmışlardır. Oysa petrol fiyatlarındaki ve faiz oranlarındaki artış çok daha hızlı fiyatlara yansımıştır.
Faiz oranları zaman zaman talep enflasyonunu olumlu etkilese de maliyet enflasyonunu tehdit etmiştir.
Kaldı ki uzun yıllardır sürmüş olan istihdamın yükünü maliyetlerden azaltamayan üreticiler, ya kaçak iş görene yönelmiş, ya da zaman zaman yerlisi olduğu halde, aşırı değerlenmiş olan kur karşısında ucuz kalan ithal girdiyi tercih etmiş ve zaten ithal girdiler içinde yatırım malları ithalatının % 72 olduğu bir ekonomide cari oran üzerinde daha olumsuz etki yapmıştır.
Enerjide % 73 dışa bağımlı olunduğu sürece de döviz kurları ve fiyat değişimleri sürekli risk anlamı taşır.
Devletin teşvik ve destek sistemlerini, vergi oranlarını ekonomideki riskler yükselmeden tekrar gözden geçirmesi gerekebilir.
Cari açık 2007 de 37.8 milyar dolardır. Bunun yaklaşık 34 milyar doları dış ticaret kalemindeki dengesizlikten, kalan kısmı da hizmet ticaretindeki bozulmadan kaynaklanmıştır.
Uçtan uca baktığımızda Ağustos itibariyle büyüme 3.8 dir . Ancak buna karşın aynı dönem için cari açıktaki artış % 50 dir. Bu büyüme ile bu cari açık nasıl karşılanacak? Sorularını akla getirmektedir. Yine söz konusu döviz açığını kapatabilecek doğrudan ya da dolaylı sermaye girişi olabilecek midir? Bu sermayenin bize maliyeti ne olacaktır? Faizlerin bir müddet daha yukarıda seyretmesi anlamını da taşır mı? Enflasyona da olumsuz etki yapar mı?
Yani kısaca cari açığı sürdürebilmenin ekonomiye ve özellikle de hane halkı gelirine refah seviyesine yansıması nasıl olacaktır?
KÜRESEL KRİZ SÜRECİNDE TÜRK BANKACILIK SEKTÖRÜ
Bu yazımızda aşağıdaki soruların yanıtlarını arayacağız.
1. Küresel kriz Türkiye'de finansal sektörü nasıl etkiledi?
2. Türkiye'deki bankalar krize karşı nasıl durumda?
3. Bankalardaki mevduat ne kadar güvence altında ve bundan kimler faydalanabiliyor?
4.Yabancı bankaların Türkiye'de finansal sistem içindeki varlığı, krizi daha fazla hissettirir mi? Riski arttırır mı?
Türkiye domino etkisiyle küresel krizin etkilerini hissetmeye başlamıştır, önümüzdeki günlerde de hissetmeye devam edecektir. Türkiye'de söz konusu süreçte reel sektörün bankacılık sektörüne göre riskleri daha yüksektir. Oysa 2001 krizinde durum farklıydı.
Bankaların genel olarak sermaye yeterlilik rasyolarında bir sorun yoktur. 2001 e kıyasla personel kalitesinde, otomasyonda, karşılık sisteminde ve varlık kalitesinde olumlu gelişmeler kat edilmiştir. Sorunlu bankalar fona devredilmiştir. Risk yönetimi kültürü geliştirilmiş ve günlük riskler ölçülerek karşılıklar buna göre belirlenmektedir. Günümüzde yaşanan küresel krizler bankaları güvence altına alacak denetim otoritelerinin varlığını ve işlevlerinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha göstermiştir. TMSF Tasarruf Mevduat Sigorta Fonu ve BDDK Bankacılık Düzenleme Ve Denetleme Kurumu finansal sektörün en önemli sigortası ve düzenleyici otoritesi haline gelmişlerdir.
Diğer taraftan; yurt içi mevduat kredi oranı yüzde 70'ler seviyesindedir. Oysa diğer bazı gelişmekte olan ülkelerde kredi büyümesi mevduatların çok üzerinde seyretmektedir. Ayrıca diğer ülkelerdeki bankalarda küresel etkileşim, bir anlamda kimin sermayesinde kimin payı var gibi oldukça sarmaşık bir durum sergilediği için; aktiflerinde bulunan kötü alacak ve likiditesi kalmamış varlıklar söz konusu bankaları daha riskli hale getirirken, Türk bankacılık sektöründe bu riskli ve değersiz varlıkların yükü yoktur. Bu olumlu noktalara rağmen, finansal piyasalarda likidite ve güven eksikliği sorunu mevcuttur.
Gelişmiş ülkelerde finansal sistemde beklenen konsolidasyon gelirse, bu süreçte global likidite koşullarında ne ölçüde bir daralma görüleceği Türk bankacılık sektörü için önemlidir.
Diğer taraftan 2001 sonrasında Türkiye'de bankacılık sektörünün güçlenmeye başlaması ve henüz kar marjlarının düşük olması ve gelecekte yüksek kazanç potansiyeli göstermesi yabancı yatırımcıların Türk bankalarına olan ilgisini arttırmıştır.
Banka satışlarıyla hızla gelen yabancı sermaye ile Türkiye'deki bankaların bugün % 40 dan fazlası yabancıların elindedir.
Yabancı oranı konusunda Türkiye dışında en yüksek oran % 16 ile Yunanistan'dadır.
Tabi bu durumun artısı eksisi tartışılabilir.
Bankacılık sektörünün toplam aktif büyüklüğü 700 milyar dolardır bunun yaklaşık 300 milyar doları yabancı bankalara ait, yine 290 milyar dolar olan mevduat hacminin yaklaşık 130 milyar doları yabancı bankaların elinde.
Şimdi merak edilen soru, söz konusu yabancı bankaların kendi ülkelerindeki krizi ve mali durumlarındaki bozulmaları Türkiye'de de finansal sisteme yansıtarak, sektörün geneline yaymalarıdır.
Yabancı bankalar şu anda ülke içinde topladıkları mevduatlarla kendi ülkelerini fonlamaktadır. Ancak söz konusu işlemlerde BDDK nın önemli sınırlandırmaları vardır ve tüm bankalar günlük, haftalık kadar kısa aralıklarla sürekli gözetim altında tutulmaktadır. BDDK taviz vermediği sürece sorun yoktur. Mali durumlarının zayıflaması belli sınırlara yaklaştığında TMSF ve BDDK nın yaptırımları sistemdeki tüm bankalar için geçerlidir. Hatta denetim otoriteleri birleşmeleri ya da satın alınmaları konusunda dahi kendilerine öneriler getirebilir.
Tabi söz konusu bankalardan bazılarının kredi musluklarını kapattıkları ya da daha nazlı kredi verdikleri de doğrudur.
Yani Türkiye ekonomisini fazla kredi veremedikleri için olumsuz etkileyebilirler. Ki içine girdiğimiz süreçte kredi ihtiyacı çok hissedilecektir. Ancak merkezlerindeki bozulmalar ile Türkiye'deki finansal sektöre risk getirirler mi? İşte burada BDDK ya güvenmek durumundayız. Taviz vermediği sürece risk olmayacaktır.
Söz konusu kriz Türkiye ekonomisi gibi denetim otoritelerinin de sınavı haline gelmiştir.
Unutmayalım ki finansal sisteme olan güven bazen küresel etkilerle, bazen gerçekten bu kurumların yapılarının bozulmasıyla, ama bazen de psikolojik faktörlerle ya da sürü psikolojisiyle azalabilir. Böyle bir durumda finansal sistemdeki bankalardan ani ve panik hareketlerle yapılan çekilmeler sağlam olan bankacılık sistemlerindeki dahi dengeleri bozarak, suni bir çöküşe götürebilir. Ekonomilerde bu durum çok tehlikelidir,
Zararı yine ekonomiye ve tasarruf sahiplerine olabilir.
Şimdi de mevduatlar ne kadar güvence altında, genel olarak 50 000 ytl için diye biliyoruz, ancak bu hangi mevduatlar için geçerli ve bu garanti miktarını arttırmak mümkün mü bu konuya değinelim.
(kaynak:http://www.tmsf.org.tr/documents/guvence-mevduat.pdf)
Tasarruf Mevduatı ve Katılım Fonu sigortası nedir?
Tasarruf mevduatı ve katılım fonu sigortası, mevduat ve katılım fonu toplamaya yetkili mevduat ve katılım bankalarının (kredi kuruluşlarının) Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu tarafından faaliyet izinlerinin kaldırılması durumunda, mevduat ve katılım fonu hak sahiplerinin maruz kalacağı kayıpların devlet veya bu amaçla kurulmuş özel bir kurum tarafından kısmen ya da tamamen ödenmesinin garanti edilmesidir.
Türkiye'de hangi bankalar mevduat ve katılım fonu sigorta sistemine dahildir?
Türkiye'de faaliyet gösteren, mevduat ve katılım fonu kabulüne yetkili yerli ve yabancı tüm kredi kuruluşları ile merkezi yurt dışında bulunan kredi kuruluşlarının Türkiye'deki şubelerinde bulunan mevduat ve katılım fonları sigorta sistemine dahildir.
Türkiye'de tüm mevduatlar ve katılım fonları sigorta kapsamında mıdır?
Türkiye'de faaliyet gösteren bir kredi kuruluşunun yurt içi şubelerinde gerçek kişiler adına açılmış olan ve münhasıran çek keşide edilmesi dışında ticari işlemlere konu olmayan Yeni Türk Lirası, döviz ve kıymetli maden cinsinden;
a) Tasarruf mevduatı hesaplarının anaparaları ile bu hesaplara ilişkin faiz reeskontları toplamının,
b) Katılma hesapları birim hesap değerleri ve özel cari hesapların,
50 bin YTL'ye (ellibin YTL) kadar olan kısmı sigorta kapsamındadır.
Yurt dışında yaşayan kişilerin mevduatları veya katılım fonları sigorta kapsamında mıdır?
Yurt dışında yaşayan yerli ya da yabancı gerçek kişilere ait yurt içi şubelerde bulunan tasarruf mevduatı hesaplarının anaparaları ile bu hesaplara ilişkin faiz reeskontları toplamı, katılma hesapları birim hesap değerleri ve özel cari hesapları sigorta kapsamındadır.
Ticari hesaplar sigorta kapsamında mıdır?
Gerçek veya tüzel kişiler adına açılan ticari işlemlere konu olan hesaplar (münhasıran çek keşide edilmesi hariç) sigorta kapsamında değildir.
Bir gerçek kişinin birden fazla mevduat bankasında hesabı bulunması halinde sigorta tutarı nasıl hesaplanır?
Bir gerçek kişinin birden fazla mevduat bankasındaki hesapları her bir banka için ayrı ayrı hesaplanır. Yani hesaplarının anaparaları ile bu hesaplara ilişkin faiz reeskontları toplamı 50 bin YTL'ye kadar olan kısmı her bir mevduat bankası için ayrı ayrı sigorta kapsamındadır.
Bir gerçek kişinin birden fazla katılım bankasında hesabı bulunması halinde sigorta tutarı nasıl hesaplanır?
Bir gerçek kişinin birden fazla katılım bankasındaki hesapları her bir banka için ayrı ayrı hesaplanır. Yani Katılma hesapları birim hesap değerleri ve özel cari hesapları toplamı 50 bin YTL' ye kadar olan kısmı her bir katılım bankası için ayrı ayrı sigorta kapsamındadır.
Ortak hesap sahipleri sigorta sisteminden nasıl faydalanır?
Ortak hesap sahiplerinin sigorta kapsamı hesaba ortak olanların her biri için ayrı ayrı hesaplanır. Ortak hesapta hesap sahiplerinin payları belirtilmemiş ise her hesap sahibinin eşit oranda paya sahip olduğu kabul edilir.
PROF DR LALE ERDEM KARABIYIK
#