Kur’an’da Mali İbadetleri İfade Eden Kavramlar
Yardımlaşma aynı zamanda iktisadi bir faaliyet olduğundan onun maddi ve mali yönü de vardır. Bu yüzden Kur’an’da, mali ibadetleri ifade etmek için genelde dört kavrama yer verilmiştir. Bunlar “sadaka” (Bakara 2/196; Tevbe 9/103 vb.) “zekât” (Bakara 2/43, 83; Nisa 4/77; Maide 5/12 vb.) “nafaka” (Bakara 2/270; Tevbe 9/54) ve “in-fak”tır. (İsra 17/100 vb.)
• “Sadaka” zekât da dâhil diğer mali ibadetlerin hepsini kapsayan en üst kavramdır. O, bir insanın gerek gö-nüllü gerekse zorunlu olarak yaptığı mali yardımların tümünü ifade ettiğinden İslam’daki yardımlaşma ve paylaşma anlayışının en önemli göstergesidir. Ancak Kur’an’da, sadakanın farz olanı zekât kelimesiyle ifade edildiğinden diğer sadakaların hükümleri durum ve şartlara göre değişir.
• “Zekât” belirli düzeyde mal varlığına sahip olup, dinen zengin sayılan ve yükümlülük şartlarını taşıyan bir Müslüman’ın, mal varlığının belirli oranlardaki kısmını, yılda bir defa Allah’ın verilmesini istediği harcama yerlerine (Bk. Tevbe 9/60) O’nun rızasını kazanma gayesiyle ve zekât niyetiyle vermesidir.
• “Nafaka” da “insanın aile fertlerine bakmak için yapmak zorunda olduğu tüm harcamaları” ifade etmekte-dir. “İnfak” ise “hiçbir dünyevi karşılık beklemeden sadaka kapsamındaki her türlü mali ibadeti yerine getirip Allah yolunda harcamada bulunmak”tır.
Zekât ve infak ayetlerini, toplum yararına yatırım yapmak suretiyle iş sahaları açmak şeklinde de değerlendirirsek, sosyal ve iktisadi yapının güçlendirilmesi için yapılan tüm harcamaları da bu kavramların anlam sahasına katmak mümkündür. Çünkü bütün bunlarda güdülen temel amaç, kişileri “alan el” olmaktan kurtarıp “veren el” durumuna getirmektir.
Demek ki Kur’an’ın insan hayatına katmak istediği değerlerden biri de zenginliktir. Bütün varlıların tek sahibi olan Allah Gani’dir/zengindir (Fatır 35/15) ve zenginlik İslam’a göre artı bir değerdir. Ayrıca İslam, fakiri koruyan, zenginliği de teşvik eden bir dindir. Aksi halde fakir bir toplumda yoksul nasıl korunabilir? Bu konuda Allah’ın, insanı sakındırdığı şey mala sahip olmak değil, malın insana sahip olmasıdır.
İslam’a göre zenginlik artı bir değer olmakla birlikte mutlak iyilik ve üstünlük kriteri olmadığı gibi fakirlik de kö-tülük ve küçüklük ölçüsü, utanç nedeni değildir. Dünya hayatında sahip olunan her şey, imtihan vesilesidir. Ancak yokluk sınavında sabrederek başarılı olan niceleri, varlık sınavında şükretmeyerek başarısız olmuşlardır.
Mali ibadetler, edep ve ahlak sınırları içinde kalınarak yerine getirilmeli; yani mali yardım sırf Allah rızası için ya-pılmalı, riyadan uzak olmalı, yapılan iyilik başa kakılmamalı ve yardım gören rencide edilmemelidir. Öte yandan zekât ve sadaka gibi mali yardımlar, insanları tembelliğe değil, çalışıp üretmeye teşvik etmelidir. Çünkü Allah katında iyi ve makbul insan olmanın n önemli şartlarından biri de çalışmak, varlığa ve hayata iyi ve olumlu şeyler katmaktır. Allah geceyi yaratmışsa insan lambayı bulmalı; O, ormanı, dağı ve çölü yaratmışsa insanlar, yolu, bağı, bahçeyi yapmalıdır. Zira Allah bizi çalışmamız, O’nun yarattığı dünyayı imar edip insanlığın hayrına geliştirmemiz için yaratmıştır. (Krş. Hûd 11/61) Ayrıca çalışmayanın kendine de dinine de milletine de faydası olmaz. Sağlıksız bir insan, ilimsiz bir millet, adaletsiz bir memleket ve tembel bir toplum da ayakta kalamaz. Bunun için İslam, farzları terk etmeyi haram, haram-ları terk etmeyi de farz kılmıştır. Çünkü din doğruluk, adalet, cihad, çalışma, ilim tahsil etme, yardımlaşma ve daya-nışma gibi “ameli farzlar” yerine getirildiği zaman hayatta hak ettiği yeri alabilir ve insanlığa saadet sunabilir. Bu da İslam’ın kuru bir sözden ibaret olmadığını, aksine pratik hayatta uygulanması gereken bir yaşam projesi olduğunu gösterir.
Gerçekten de hayatı yönlendiren, sözlerden ziyade iş ve davranışlardır. İyi söz söyleyip kötü davranışlar sergile-yenlerin müspet sonuçlar almaları ve başarılı olmaları mümkün değildir. Bunun için Kur’an, müminleri boş sözü bırakıp çalışmaya ve üretmeye çağırmakta (Krş. Saffat 37/60–61; Saf 61/2-3) Müslüman’ım diyenin değil, Müslüman olmanın hakkını verenin başarılı olacağını bildirmektedir. (Krş. Ankebut 29/2) Yaşanan realite de Kur’an’ın bu bildiri-sini doğrulamaktadır. Zira toplumlar arası kalkınmışlıkta laf değil iş üretenler, konuşanlar değil çalışanlar başarılı ola-bilmişlerdir. Öyleyse Allah fakirliği, zenginliği, geri kalmışlığı veya kalkınmışlığı hiçbir kişi ya da toplum için değişmez bir kader olarak yazmış değildir. Kader, kişi ve toplumların ilahi yasalara karşı tutum ve davranışlarının sonucu elde ettikleridir. Diğer bir tabirle kader, hak edilendir. Bunun için Allah, rızkı inanca değil, hak edene vereceğini, hak et-menin tek yolunun da çalışmak olduğunu beyan etmiştir. (Krş. Bakara 2/126; Necm 53/39-41) Allah doğru söylediğine göre O’nun dediğini yapanlar başarılı olacaklar, yapmayanlar ise hiçbir zaman Allah’ın vaat ettiklerini elde edemeye-ceklerdir.
Burada bir gerçeğin altını çizelim. Evet, infak da tebliğ de en yakından başlayarak ulaşılabilen herkese yapılır. An-cak zekât, sadaka ve infak, birkaç yoksulun cebine üç beş kuruş para koymaktan, beş on fakirin veya ailenin bazı ihtiyaçlarını karşılamaktan ibaret değildir. Bugün için zekât ve infak, ülkede hatta dünyada yoksul bırakmamak ama-cıyla istihdamı motive eden “sosyal bir sorumluluk” olarak görülmelidir. Çünkü zekâtın ve sadakanın verileceği yerle-re bakıldığında bunların “toplumda muhtaç olan ve sosyal güvenliğe ihtiyaç duyan kimseler veya kesimler” olduğu görülür. Bu durumda zekât vermenin, aynı zamanda istihdam imkânı sağlayarak bir insana iş vermek anlamına gelebi-leceği de söylenebilir. Binlerce insanın açlıktan öldüğü, milyonlarca insanın da yoksulluk ve açlık sebebiyle ölümle burun buruna geldiği bir dünyada bu büyük sorun, üç beş fakire veya bazı yoksul ailelere yapılan sınırlı yardımlarla çözülemez. Yapılan yardım miktarı ne olursa olsun elbette önemli ve değerlidir. Ama bugün bunlarla yetinilmemeli yoksulluğu ortadan kaldırmak için mutlaka istihdama yönelik, planlı ve programlı çalışmalar yapılmalı, insanları temel maddi ihtiyaçları karşılanmalı ve herkes insana yaraşır bir hayat standardına kavuşturulmalıdır. Bu hem temel bir hak hem de dinî ve hukuki bir zorunluluktur. Öyleyse yokluk sıkıntısı içinde kıvranan ve açlık sebebiyle ölümle pençele-şen insanların durumuyla mutlaka çok ciddi bir şekilde ilgilenilmeli, onların dertlerine çareler aranmalıdır. Aksi halde onları kendi hallerine terk etmekten doğacak olan “sosyal günahı”, ne minarelerden yükselen ezan sesleri, ne de villalarda yünlü ve süslü seccadeler üzerinde sabahlara kadar kılınan namazlar affettirebilir. Böyle bir günahı ancak açları doyurmak, aşı olmayana aş, işi olmayana iş vermek affettirebilir. Bunun için sadece gelir dağılımındaki dengesiz-liği önlemek gerekli olsa da yeterli değildir; ayrıca “dengeli büyümeyi ve paylaşımı” da sağlamak lazımdır.
(Konuya gelecek yazılarda devam edilecektir.)