Hüseyin Ağa Çeşmesi
Bu irfan çeşmesinden akan suyun ârif insanları, aşklarının kutsiyetine hürmeten inşâ ettikleri bu hayrâtı, fâni âlemden bâkî âleme geçerken, çocuklarına zarif bir nişâne olarak emanet etmişlerdir. Öyle münasip görmüşlerdir.
Varlıklarını ispat edecek bir burhan aramışlar, bu, onlara sadece yaşamayı yeterli kıldırmamış; sonrakilere, öncekilerin neden yaşadığını da bir şekilde hatırlatmak ihtiyacını hissettirmiştir. Akan aynı çeşmeden, iki defa su içemeyebilirsin; fakat kaynağa doğru yönelirsen yürüyüşün, suya dair attığın adımların şahitliğini, yine zamanın içerisinde sana gösterecektir.
Kesme taşların kübik gövdeyi oluşturup, iki lülesiyle dışarı çıkardığı şey; Çamçukuru’ndan getirilmiş acı bir su mudur? Yoksa, varlığın devamını omuzlarına almış, yükünün ağırlığını hem tabiata karşı, hem tarihe karşı, hem topluma karşı, hem de usanmaz sorularıyla onu bunaltan benliğine karşı insanın akıtmak istediği hayat pınarı mıdır?
Çınar dibinde, kan ter içinde koşan çocuğu suvaracak, düştüğünde açılan dizkapağına serin su vuracak bu çeşmedir. Gelinin atı, bu havuzdan içer. Davarlar, sığırlar, kediler… varlığın devamı akıtılır bu çeşmeden. Fakat nasıl?
Çınar dibinde mütevâzı bir çeşme… Çeşmenin üstünde üç satırlık kitabe:
“Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah”
“Bu çeşmeden mâ içen sehâ”
“Sahibü’l hayrât Hüseyin Ağa/ Fâtiha”
“Sene:1147 (1734-1735)”
Allah’tan başka ilah yoktur. Allah’tan başkasına ilahlığı yakıştıranların yakıştırdıkları da yoktur. Yalnız, bir olan O, vardır. Hz. Muhammet (a.s) Allah’ın resûlüdür.
Bu çeşmeden su içerken elini açan insan, avuçların hazır açılmışken, kapama onları olur mu? Bana bir Fâtiha oku.
Böyle mi demek istiyor Hüseyin Ağa?
Ey kendine ait gördüğün şeyleri, bu aşk uğruna kolaylıkla verebilen; ihsan sahibi, ikram sahibi, vermekten kaçınmayan, eli açık, civan- mert insan! Bu çeşmeden su içiyorsun ya… Bana da nasibim olandan bir pay bağışla, bir şifâ gönder, Fâtiha…
Taraklı nahiyesinin Yusuf Bey Mahallesi sakinlerinden, kaşıkçı eşrafından Hüseyin Ağa (Hüseyin Ağa İbn-i Abdülhamit bin Abdullah mı demeliydim yoksa?) bu hayrâtın, bu eserin sahibidir. Hayır, müsâhibidir, dostudur, arkadaşıdır, sohbet yâranıdır.
Mimarlar, çeşmenin mimari çehresiyle alakadar olur. Ya umranı… Onunla kim alakadar olacak? Bunu, çeşme de anlatamaz artık. Ağlatır…
“Çınar’a ben ağlarım
Çınar bana bağlanır”
Ait olduğu yeri bilen Çınar, varlığını Çamçukuru’na borçlu olduğunu bilir. Fakat sığırlar bilmez. Akşamın sığırları, havuzda biriken suları hayvanî iştahlarının emriyle tüketirken, sabahleyin Çamçukuru’nda, membanın üstünde belenip, hazneyi dolduracak kaynağa pislediklerini bilmezler. Onlar daha neleri bilmezler…
“Sırt sırta çıkmış çocuklar,
Çeşmenin omuzlarından asılan çocuklar,
Yukarıdan suya bakarlar,
Niye bakarlar?”
Bunun cevabını, ‘ilki-dünü’* olan çocuğunu; bir kuraklık gününde, havuzun içine daldıran Hüseyin Ağa’nın titrek dudaklarından dökülen şu mısralarında okuyabilir miyiz?
“Allah’ım bu,
Bildiğim bu,
Bütün günahlarımı yu,
Yağmur, hayırlısıyla yağsın
Âmin.”
“Yağar mı?” sorusu, çağımızın bön dinozorlarının talimhanelerinden, onların yılışık kitaplarından çıkabilir. Bu soru, yağmuru tutar, hüzünlendirir ve fakat ağlatamaz. Çünkü felaketler, câhil ve gâfillerin sorularından gelir; hikmetin asil sorgularından değil.
Şimdi iki soru: Hüseyin Ağa çeşmesini niçin okuyamıyoruz? Hem lafzen hem de mecazen… Bir de doğumu ve ölümü, bu çeşmede yıkanarak karşılayan insanı anlamak, çeşmeyi anlamakla aynı anlama mı gelmektedir?
*ilki-dünü: Taraklı’da ailenin ilk doğan çocuğu için kullanılan bir tabirdir.
#