Kış
Kış, kırçıl bir ihtiyar gibi etrafını çepeçevre sarmalayıverir beldenin. Yaşlılığın, alâmeti fârikası bu olsa gerektir.
Beldeler de yaşlanır.
Elbette yaşlanacaktır, yorulacaktır sırtında taşıdığı varlığın inatçı doğurganlığından, sürekliliğinden, sürüngenliğinden… Ölümün sessizliğini duyuracaktır böylece, kışta dinletecektir kendini belde.
Üç mevsim dışarıya kulak tutan, şimdiden sonra kışı dinlemeye mahkumdur. Kış, beldede görünür. Belde, kendinde…
Donuk suda akseden kendi yüzü, saçaklarda sallanan inatçı gururudur. Adımlar, peşi sıra hayatın iz düşümüdür ardında gizlenmiş beyazlığın sonsuzluğunda.
Tabiat, ürpertici bir kelimeyi, titrek bir hece olarak okur. Dudaktan sızan incecik kan, rüzgara karşı boyun eğercesine, sırrını fâş eylemektedir, ayazda bırakılmış sancılı tırnakların şahitliğinde.
Pencereler körebe, bacalar kör duman, ayakkaplar uyanık ve bir numara daha küçülerek her şeyin farkında.
Ve farkındalık, ayaklarla alın arasında gelip gider. Biri tutuşur ateşler içinde sönmemecesine, biri üşür ısınmaz, buz tutarcasına…
İnsan bu zıtlığın içerisinde, beldeyi yeniden gebe bırakır kendine. Yeniden doğar; öfke ve şehveti emzirerekten belde…