Kukla
İplerden biri çözüldüğünde “sol” diğeri çözüldüğünde “sağ” kolun felce uğraması, tarihiyle yüzleşme cesareti olanları haklı çıkarırken; asıl siz göbeğinden çözülecek son bağla, kuklacığın yere nasıl yığılacağını (döşeneceğini) seyredin.
Tarih buna şahittir.
Kuklacılığın korku saldığı devr-i azîm biterken, yamaklara da ustalarından öğrendikleri basit numaraları, büyük deliklere küçük yamaları yapıştırmak suretiyle, kötü bir taklitçilik vâris kaldı.
Tehlike artık bundan sonra başlıyor.
Gözbağcıları…
Acep kimdir bu gözbağcıları?
İnsanları, propagandalardan başka bir şey göremeyecek yığınlar olarak algılayan, kişileri şuursuzlaştıran, gözlere düğüm düğüm üfleyen, Musa’nın hakikatinden çok, elindeki asaya iman etmiş firavunbaz çetesi (Firavun’u oynatanlar).
Dikkat edin, Musa’nın Rabbine iman etmiyor onlar, onun mucizesine iman ediyorlar. Dolayısıyla söz söyleme haklarının yeryüzünde yine kendilerine kaldığını iddia ediyorlar.
Yani, Musa’nın Rabbi yağmur yağdırır; fakat müfsit ekonomik sisteme müdahale edemez. Musa’nın Rabbi galaksileri düzenler; fakat bir muhtar kadar, idarede söz sahibi değildir.
Onlar, göklerin bir Rabbi olduğunu inkar etmiyorlar; ama yerler, Firavun ve dostlarının himayesinde, tasarrufundadır, diyorlar.
Tevhit dışarıda, şirk içeride, kaypakça bir iman…
Mısır’da 7 bin yıl önce, piramitlerin inşasında çalışan kölelerin sağlıklarını koruyabilmek için, onlara her gün bir diş sarımsak yediren Firavun; böylelikle nezle, grip, boğaz ağrısı, burun iltihabından onları korurmuş, sosyal devletin temellerini de 7 bin yıl önceden atmışmış.
İşte göklerin Rabbi, buna müdahale edemezmiş. Bu, dünya işiymiş(!) Rabb, kişi ile vicdanı arasında bir yerlerde, belli belirsiz yanan bir pırıltıymış. Kandil gecelerinde yanan cılız bir mum gibi…
O zaman, sadece hayatta iken değil, öldükten sonra da halkın üzerinde korkusunu (yasasını) canlı tutabilmek için, piramitleri (ehram) yaptırmış Firavun.
Taşların ağırlığında hissettirmek için sertliğini...
Önlerinde her daim ezilmiş bir halk yığını görmek arzusu... Ve böylelikle kutsal Mısır medeniyetinin ayakta durması...
Çin Seddi’nin inşasında da zencefilin koruyucu etkisinden yararlanan devletli Çin sultanları, boyun eğdirme harcını böylelikle karmışmış kutsal devlet sınırlarının içerisine.
Düşünün şimdi, hasta olan kim?
Ehram ve Sedd sahipleri mi, köleler mi?
Siz düşünedurun, ben de bu yazıyı biraz karmaşıklaştırıp, 16. yy’dan bir şeyler getireyim.
“Bîmar-ı derd-i aşk kabul eylemez ilaç”
(Aşk derdinin hastası ilaç kabul eylemez)
Aşk derdinin hastası neden ilaç kabul etmiyor? Aşkın bir ilacının olmadığını herkes bilir de ondan mı?
Öyleyse, bir ilaç bulunduğunu ve bu ilacın, aşk derdine şifa olabileceğini ya iddia ederse birileri… Bu bir kandırmaca… şarlatanlık mı dersiniz? Haklısınız, bunu demelisiniz.
Bizim ilaca değil, sevgiliye ihtiyacımız var; belki de aşkımız, aşk olmaklığıyla zaten bir ilaçtır. “El çek ilâcımızdan tabib” diyenlerden de olabilirsiniz.
Olmalısınız.
Yani, gerçekten hasta mısınız?
“Hastayız” demeden önce, efendilerin koyduğu teşhisi, yani hasta olup olmadığımızı bir düşünsek...
Düşündük mü?
Düşünmüşsek, hasta değiliz demektir.
Âşık da, sadece âşık olduğunu bilsin yeter. Kölelikten kurtuluş beratı, bu şuurla kazanılır; özgürlük, Musa’nın beyaz avucunda yalın bir çağrı olarak şimdi parlamaktadır.
Demek ki ehram ve sedd sahiplerinin içirdikleri, her gün ezberlettirilip (aç karnına) yutturulan bir zokaymış. Yahut döneminin gelişmiş eczahanelerinin, gelişmiş şirk-etleriyle birlikte ürettikleri bağ-ım-lı-lık yapan bir çeşit hap.
Onu da modern tıp araştıradursun, biz hakikatte dert sahibi olmanın çarelerini arayalım. Yoksa Eşrefoğlu Rûmi’nin dediği gibi: derde tutulmadan, derman arama anlamsızlığına tutulur kalırız.
Var evvel dertli ol andan (ondan sonra) em (ilaç) iste
Timar (tedavi) yok sana bîmar (hasta) olamayınca
Neymiş, demek ki uyduruktan hasta olunmazmış.
Bir kandırmacanın sonunda, senin hasta olduğun inandırılıp; seni tımar-haneye kapatanların, seni hapishaneye kapatanların hasta-doktor ilişkisi, dert-derman karşıtlığında değil, iktidar (güç) -mustazaf (güçsüz, zayıf düşürülmüş) karşıtlığında düğümlenirmiş. Düğümler çözüldüğünde ise kukla çökermiş.
Çöker mi imiş?