Çanakkale-Taraklı-Başörtüsü-Tolstoy
Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat îman?
Mehmet Akif Ersoy
Sakarya’nın çeşitli okullarından, öğrenciler için Çanakkale’ye gezi düzenlenmiş, benim de Taraklı’dan gidecek öğrencilere, Adapazarı’na kadar eşlik etmem istenmişti.
İlköğretim ve liseden toplanmış bir minibüs öğrenciyle yola çıktık. Diğer kafilelerle buluşma yerimiz, Adapazarı Kent Meydanı’ydı. İki saat sonra, her ilçeden öğrenci grubuyla katışıp, bir bütün haline geldik.
Büyük otobüsün durağa yanaşmasıyla birlikte, aileleriyle gelenler, son öğütlere kulak verip, seyahatlerine heyecanla hazırlanıyor. Ben de Çanakkale Şehitliği’ne, beş sene önceki ziyaretimde, Taraklılı iki askerin künyesinin yazılı olduğu taşları nerede gördüğümü hatırlamaya çalışarak, bizimkilere yerlerini tarif etmeye çabalıyordum.
Milli Eğitim görevlisinin, çocukların otobüse binmeden önce, burada toplu bir fotoğraflarının çekileceğini söylemesi; fotoğraf karesine sığacak şekilde, öğrencileri sıraya sokmuştu.
Kenardan bütün bu tatlı telaşı seyrederken ben, üç kız çocuğunun fotoğraf karesinin dışına çıkartıldığını gördüm.
Takım elbiseli beyefendi, şu sözleri tane tane tekrarlıyordu:
“Başörtülerinizle fotoğrafta bulunamazsınız. Otobüste ve gezi yerlerinde de bu şekilde bulunmanız yasaktır. Biz, sorun yaşamak istemiyoruz. Daha önceki yıllarda, bu sorunları yaşadık!”
Fotoğrafın dışına çıkarılmış öğrenciler, kafileden ayrı, kenarda bekleşiyor. Fotoğrafı çekecek görevli bey de, onların hemen başlarını açıp, fotoğrafta yerlerini almaları için işi geciktiriyordu.
Öğrenciler, şaşkın ve kararsız bakışlarla olayı anlamaya çalışırken, etraftan kendilerine çevrilmiş bütün gözleri de ürkekçe karşılıyorlardı.
Yanlarına giderek, fotoğrafın önemsizliğinden bahsettim. Yedinci ve sekizinci sınıf öğrencileri için bu sözlerim, o anda ne anlam ifade edebilirdi, bilemiyorum. Fakat sözlerime devam ettim:
Otobüste başörtünüzü çıkarmanızı söylediklerinde, çıkarmayın. Çanakkale’de, size ne derlerse desinler, yine de direnin, dedim.
Örgütlediğim öğrenciler, ilköğretimde okuyorlardı. Bense Çanakkale cephesine sanki asker gönderiyordum. Sanırım olayın heyecanından olsa gerek, ben de epey gerilmiştim.
Kırk beş yaşlarında, esmer, hafif sakallı bir bey, omzuma dokunarak: “Siz kimsiniz?” dedi.
Kıyafetimden öğretmen olmadığım anlaşılıyordu. Kendimi tanıttım hemen. Kendisini tanıttı o da. Pamukova’da imamlık yaptığını, fotoğrafın dışında kalan kızlardan birinin babası olduğunu söyledi. Başka da bir şey söylemedi iki elini çaresizmiş gibi iki yana açarak.
Fotoğraflar çekildi. Otobüs, hareket için tek sıra halinde yolcularını içeri buyur etti. Ardından el salladığım Taraklı’nın öğrencilerine, geri döndüklerinde, “Şu boğaz harbi nedir…” diye başlayan koca Akif’in destanını şerh etmek de üstüme yıkılmıştı artık. Tabii yeni Türkiye’ye sığamayıp, Mısır’a hicret eden Akifciğimize yaşatılan son on yılın çilesiyle beraberce…
Şiirin bir yerinde durup, sordum: Ya çocuklar, öğrencilere otobüste başlarını açtırdılar mı?
“Evet, açtırdılar.”
İşte bu sebepten, tarihin felsefesini yapmadığımız müddetçe; hamasetin, ulusalcılığın, milletçiliğin kofluğu içerisinde dönüp duracağız, dedim.
Yazının bundan sonrası, meraklılarını ilgilendiriyor.
“Eğer herkes sadece kendi inançları için savaşsaydı, savaş olmazdı.”
Bu cümleyi, Tolstoy’un "Savaş ve Barış"ında, Prens Andrey kuruyor. Bize de düşünmek düşüyor.
İnsanlar, başkalarının inançları için savaşır mı?
Tarih, bunun cevabını sık tekrarladığı için evet, dememiz yeterli.
Peki, insanlar başkalarının inançları için niçin savaşırlar? Burada, iş çetrefilleşiyor. Bizi, başkalarının sınırlarına girmeye zorluyor.
Gücünü, desteğini, hayatiyetini, varlığını, başkalarının inançlarına bağlayarak ancak, ayakta durabilmeyi umarsa bir inanç; savaşı, başkaları için verebilir. Böylelikle kendi inancı ile başkalarının inancı arasında bir ortak nokta veya köprü gibi bir şeyler arayıp bulmalıdır.
Böyle kimselerin, başkalarının inancının, kendi inançlarıyla ilişkili kılabilecekleri birçok noktaları vardır ve o bulunmuştur. Yapılacak tek şey, artık onunla beraber inanmak ve savaşmak.
Kendi inançlarında yeterince gücü bulamayıp, başkalarının inançlarına öncülük ederek, muzafferiyete kendini ortak eden, daha sonra kendi inancını, savaşı kazanan ekseriyete zorla benimseten güruha ne demeli.
En uyanıklar da bunlar olsa gerek...
Bir de kendi dışındaki inançları aşağılayıp; başkalarını, hakim inanç adına savaşmaya zorlamak söz konusudur. İnanç, hakimiyetini burada, güçten alır, yani sopadan.
Kölelerin seçenek hakkı yoktur, çünkü iradesi de yoktur.
Sopanın ve ideolojinin gücüyle, dışındaki tüm inançları etkisi altına alıp, insanların kendi inançlarına, aşağılık kompleksiyle, şüpheyle bakmalarını telkin ediyorsa bir güç...
“Mademki aşağısın, benim için savaş! Ben de senin felaketlerinden sevinç duyayım,” diyecektir.
Her insanın ayrı bir inancı var, düşüncesinden yürürsek eğer - inançla “çıkar” arasında bir yakınlaşma kurularaktan- ayrı ayrı inançlar (çıkarlar) belirleyici olsa idi, savaşlar çıkar mıydı sorusu, yeniden sorulabilir. İnsanları derleyip toparlamak, bir-lik-ler kurmak, kolay olmazdı sanırım.
Fakat kişiler, inanç ayrımlarını iyi belirleyemedikten sonra, yine de onları bir yerde toplayacak, toparlayacak, suni bir inanç/ çıkar/ ülkü birliği tesis edilecektir.
Ayrımın, ayırıcı vasıfları netleşmemişse, dışarının inançlarıyla kolay hempa olunur.
İnançların sınırları, savaşların veya savaşacakların da sınırlarını belirlemeye adaydır.
Geçişken hareketler, inanç sınırlarının silikleşmişliğinden, kale burçlarının aşınmışlığından kaynaklanmaktadır.
Kendi inançlarından ve belki de zayıflıklarından utanıp, sıkılıp, başkalarının inançlarına eklemlenmeyi uygun gören güç-perestlere ne demeli?
İnancın peşinde yürümektense; “gücün inancının” peşine takılmak daha cazip geliyor.
İnanç, güç değil; güç, inanç oluyor. Güç, inançlaşıyor. Güce tapınılıyor.
İnançlar, güç potansiyelini barındırır içinde, fakat yalnız başına güç değildir inanç. Bazen güçsüzlüktür. Ama güç, inanç olunca; talan olur, sömürü olur, zulüm olur.
Çıkarları üzerine düşünüp, çıkarları üzerine yaşayan insan, çıkarları üzerine de savaşacaktır nihayet. Hem cephede, hem cephe gerisinde. Bu sadece modern çağın değil, post-modern dönemin de bir söylemidir.
Peki Çanakkale’de Müslümanlar, kimin inancı için savaşmıştır?
Irk?
Ulus?
Toprak?
Laiklik?
Lider?
Hiçbiri.
Evet, onlar bunların hiçbiri için savaştı. Ne Alman’lar gibi ırk putu. Ne Fransızlar gibi ulus ve laiklik putu. Ne İngilizler gibi sömürge ve toprak putu. Ne Ruslar gibi Çar putu için savaştı. Hiçbir pislik, Müslümanların saf inançlarında yer etmemişti.
Medreseliler, Darülfünun talebeleri, yoksul askerler ve fakir halk… Politikacılar, hangi oyunu oynuyor olurlarsa olsunlar. Onlar, düşmanlarının niçin savaştığının bilincinde olan ve yalnız şunun için savaşan mücahitlerdi:
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inkar edenler ise tağut* yolunda savaşırlar; öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın. Hiç şüphesiz, şeytanın hileli düzeni pek zayıftır.” –Nisa:76–
İşte onlar, başkalarının değil, kendilerinin ortak bir aşkında bütünleştiler, birleştiler. Aşkın hakiki kaynağına dönüşüverdiler.
*Tağut: Allah’ın hükmünü tanımayan her varlık, kişi veya güç.