Bir Değirmenin Hikayesi
Yoksa zaman içinde kaybolan insanmı dır.
Değerli okuyucularım,
Bu yazımda sizlerle küçük bir anımı paylaşmak istiyorum. Sene 1966–67 lerde idi yanılmıyorsam. Taraklıda su ile çalışan bir değirmen vardı. Yöre halkı kışlık ununu bu değirmende öğütür ve evine getirir, bir kış boyu hazırladığı undan ekmeğini yapardı. O zamanlar vasıta yoktu. Her evde, evin durumuna göre ya at, ya da merkep bulunurdu. İnsanlar üç beş kişilik guruplarla akşamüstü yola çıkar, Taraklıya gelir, gece artık sıra ne zaman gelirse buğdayını öğütür, evine dönerdi. Kışlık un hazırlığı ise, güzden yapılırdı. Her kesin evinde birde un ambarı bulunurdu. Un ambarı güzde un ile doldurulur, kış çıkasıya kadar bir daha değirmene gidilmezdi. Çünkü kışın değirmene gitmek ne mümkün. O zamanlar da kış çok olurdu. Onun için kışlık ihtiyaçlalar yazdan hazırlanır, yaklaşık bir altı ay ağır kış şartları yaşanırdı.
İşte bende o yıllarda yaşadığım bir hikâyemi sizlerle paylaşmak istedim. Rahmetli babam, değirmene giden üç, beş kişilik bir gurupla beraber, beni de değirmene gönderdi. Yaşı daha 12 ya da 13 tü. Ben ilk defa değirmene büyüklerimle beraber gidiyordum. Sebebini bilmiyorum nedense değirmene akşamüstü gidilirdi. Ve bir akşamüstü Duman Köyünden yola çıktık. Hava kararmıştı. Sadece biraz ay ışığı yolumuzu gösteriyordu. Yaklaşık 3 saatlik bir yolu tamamladık, geldik Taraklı’ya. Değirmene ilk defa gelmiştim, her şey dikkatimi çekiyor, beni etkiliyordu. Yuvarlak taşların fırıl fırıl döndüğünü gördüm. Her dönen taşın önünde bir çuval bağlıydı. Çuvala dökülen bembeyaz unlar nasıl oluyordu. Ara sıra değirmenci dayı, çuvalların yanına geliyor, avucuyla unu kontrol ediyor, beğenmiyorsa ayar yapıyordu.
Buğdaylar önce değirmen taşının üstüne yapılan geniş bir hazneye konuluyordu. Sonrada taşlar döndükçe, yavaş yavaş buğdaylar taşın altına dökülüp sonrada un olarak çuvala giriyordu. Gece yarısı olmuştu. Bizim köylülerin işi bitmiş ama beni de bırakıp gitmiyorlardı. Neyse buğdayları boşalttık hazneye, taşlar dönmeye devam ediyor. Sırada bekleyen daha birçok insan vardı. Herkes sırasını biliyor, sırası gelince- ye kadar kıyılarda kimisi uyuyor, kimi de sohbet ediyordu. Tek bir işi vardı herkesin. Buğdayların un olması. Bizim buğdaylar un olmaya başlamıştı. Tabiî ki bir işi başarmanın hazzını duyuyordum. Bir ara kendi köyümüzden, Nazmi ağabey benim unu kokladı. Bende izliyorum tabii. Bana döndü senin un gaz yağı kokuyor dedi ve bana doğru uzattı. Ben eyvah yandık düşüncesiyle tabiî ki unu koklamak istedim. Onun bana oynayacağı oyundan haberim yoktu. Hemen koklamak istedim ama ben daha uzanırken, unu benim yüzüme karşı fırlattı. Tabiî ki bütün un benim gözlerime doldu. Yapılacak bir şaka değil di aslında. Adeta gözlerimde hamur karıldı diyebilirim. Tabiî ki bu benim ilk tecrübemdi…
Değerli okuyucularım, bu olayı sizlere niçin anlatmak istedim. Gençler bu olayı pek önemsemezler, ancak yaşı 40 ın üzerinde olanlar bu olayı çok iyi bilir. Ben 15.10.2006 Pazar günü eski değirmenime yapmış olduğum bir gezinti, bana eski anılarımı hatırlattı. Bu değirmen Taraklı’da, Hisar’ın arkasında. Her şey aynı yerli yerinde duruyordu. Ziyaretçisi de kalmamış. Etrafında su sesinden başka bir ses duyulmuyordu. O da terk etmemiş ancak yanından geçip gidiyordu. Terk edilmişti adeta. Belki de çok yorulmuş, başını dinliyordu. Belki de eski dostlarını bekliyor, gelsinler üzerinin tozlarını alsınlar. Okşasınlar sevsinler istiyordu. Dolaşsın birileri etrafımda diyordu. Evet, sevgili dostlarım, çürümeye terk edilen bir değirmenin hikâyesi bu. Hayatta terk edilmek kadar korkunç bir şey var mı dersiniz…
Sevgili okurlarım, Mübarek Ramazan Bayramı geliyor, Bütün sevdiklerinizi tek tek dolaşın. Sevenlerinizi bekletmeyin. Uzak yakın demeyin, üşenmeyin, bir dahaki Bayram demeyin. Bütün dostlarınızı sevindirin. Gününüz Mutlu, Bayramınız Kutlu olsun değerli okuyucularım.