Yûnus Paşa Çarşısı'nda Bir Garip Dut Ağacı
Geceleyin Hisar semâsına, taşlarda yankılanan boğuk bir ses yükseldi. Kulak verdim bu sese. Bu ses, yabancısı olmadığım bir bestenin, Dede Efendi'nin efsunkâr terennümüydü sanki:
Âh nice bir aşkınla feryâd edeyim
Bir umulmaz dağ-ı derdim var benim
Söylemezdim derdim amma neyleyim
Bir umulmaz dağ-ı derdim var benim
Hisar'ın kapısını aralayıp indim aşağıya. Ağlayan nağmenin geldiği yere doğru yaklaştım.
Mûsikînin yoğunlaştığı yer, beldenin merkezi; Yûnus Paşa Çarşısı'ydı. Karşı Mahalle'ye giden yol ile Yûnus Paşa Camiî'ne giden yolun tam kesişme noktası...
Tambur taksiminin, yan yatmış Dut Ağacı'ndan feryâd feryâd döküldüğü bir mahaldeydim şimdi. Betona boylu boyunca uzanmış bir canlının, ezilmiş yeşil yaprakları arasındaki bu iniltisi, taksim taksim devam ettikten bir süre sonra, faslın durmasıyla kesiliverdi.
***
-N'oluyor, nedir bu hâl? Bir kurt musallat oldu da için için kemirip devirdi mi gece vakti seni? Yaprakların yeşil, meyvelerin de pek boldu bu sene. Asırlık gövdenin altında, bilmediğimiz müzmin bir maraz mı peyda olmuştu?
-Hiçbiri Hisar Muhafızı, hiçbiri... Ummazdım böyle olacağını. Gece, makineleriyle geldiler bir hükmü infaz için...
- Hangi hüküm?
-Bunu ben de bilmiyorum. Mahkemesiz, hâkimsiz bir hükme boyun eğdik anlayacağın. Şeriat'ın kestiği parmak acımaz, fehvasınca anlamlandıracağımız bir şey değildi. Önce korkutmadır bu, dedim. Hani meyve vermeyen ağacı baltayla korkuturlar ya!
- Korkuturlar; lakin senin koyu pembe dutların, feyz-â-feyz bereket saçmamış mıydı bu sene? Dudaklarda bıraktığın mor lekelerden okunmuyor muydu lezzetin mührü?
-Orası öyle; ama anlayamadım işte. Birdenbire oldu her şey.
-Ne yapacaksın şimdi? Ne yapacaklar seni?
-Yapacak neyim var ki? Bekleyeceğim. Ya odun oluruz kışa, yahut marangoza mobilya. Nasip olmaz bir ûdînin eline geçmek her duta. Bu arada kulağıma çalınanlardan, yerime bir çeşme yapılacağının malumatı da ulaştı. Mahalleliyi suvaracak, belde tarihine münasip zarif bir çeşme...
-Çeşme için kestiler öyleyse seni. Çeşmeye en münasip yeri, senin bulunmadığın yer olarak gördüler.
-Nasıl?
-Yani sen olmadığında ancak çeşme olabilirdi. Varlığın, bir çeşmeye engeldi.
-Karışık konuştun Muhafız, pek anlamadım bu sözlerini; ama sen bana şu mimardan bahsedebilirsin biraz: Mimarı kim olacak sence bu çeşmenin?
-Mimar mı? Mimarisi olmayanın mimarı olamaz. Kataloglardan seçilecek dökme bir çeşme modelinin dışında, nevi şahsına münhasır çeşme mi bekliyorsun ey bahtsız!
-Yerime kim, nasıl gelir muammasını bırakalım öyleyse, sana hislerimden bahsedeyim biraz. Mekânın son nefesini verirken, zamana uygun olan da bu olsa gerek.
-Anlat bakalım, dinliyorum seni emekdar.
-Yolların kavuştuğu bir mevkide, yalnız bir meyve ağacı olmanın tüm olumsuzluklarını silmişti zihnim. "Sahibi yok, yolun hakkıdır bu" diyerek uzanan parmakların tatlı bir karşılığı olarak yaşadım mutlu-mesut. İnsanların mülkiyet ceberutundan âzâde...
Sobacı Mustafa Usta'nın elindeki çekicin, örste çıkardığı âhengi işitirken, sacın tezgahta evre evre kuzineye dönüşmesine şahit olurken; İrfan Hafız, ikindi vakti Ku'rân okurken; Mukaddes Hanım, meftun bir nazarla misket oynayan çocukları pencereden seyrederken, ben de onları seyreden bir aşıktım.
Arif Bey, her daim ütülü beyaz pantolonu ve gömleğiyle öğle namazına çıkar. Geriye kalan bütün gününü hasta eşi Zeynep Hanım'a hasrederdi. Rûziye Anne, cumbada bir danteldi. Köse Ayşe, mütebessim, güzel akça bir yüz. Semerci Mehmet'in kesik kesik öksürükleri, günde iki paket maltepe olup duman duman yükselirdi semerci dükkanından.
Atlar, eşekler gelirdi nalbura. Arif Usta, babası kadar zanaatında mahirdi. Vakti, ezana ayarlı bir gün, esnafın kapı önüne çıkarttığı ibriklerden dökülen ve güneşte pırıl pırıl parlayan suda akıp geçerdi. Saatçi Nevzat'ın saatleri kadar vakti dakik bir tayin yöntemiydi bu benim için.
Büyük çadırlı kamyonuyla ticaretin hızlı soluğuydu İsa Bey. Erken göçtü bu âlemden. Nebiye Hanım'ın neşeli, Kudüllü Sapriyenin telaşlı sesi gelirdi Rüştiye'den. Hasan Duman'ın alaycı bakışları...
Panayırda, Uzun Mehmet'in elma şekeri kokusuyla esrirdi başı mahallelinin. Hacı Rüştü, İstanbul'u taşıyıp İstanbul'u doldururdu keskin kumaş kokulu manifatura dükkanına. Yüksel Bey'in zahire ambarındaki sandalyesinde zarif oturuşu; kahvesini, gazetesinin ciddiyetiyle yudum yudum içişi...
Delikanlı Faruk'un, Hacı Rıfatlar'ın konağından saldığı güvercinler bölük bölük gelir de dallarımda çırparlardı şehvetli kanatlarını. Gökçeler'in şuradaki konağı yıkılmamıştı henüz. Beni asıl o zaman keserler demiştim; ama bak talihe...
-Bir de "dut kurusuyla yâr sevilmez" derler; sen, can ü dilden sevmişsin sokağını...
-Bakır sahana doldurup komşusunu sevindirirdi insanlar yemişlerimle.
- Öyle konuşuyorsun ki dinleyen seni yalnız bir dut ağacı değil de dut bahçesi sanacak.
-Değildim fakat, yalnız bir ağacın da mahallede bir şeyi tamamlayacağını öğrenmiştim. Ben, o tamamlayandım. Mevsim, yapraklarımda inkılap ederdi.
-"Dut yaprağı açtı, soyun; döktü giyin." Bunun gibi gibi mi?
-Evet, ama sadece bu da değil. Bir çocuğun ağaçla arkadaşlığını gördüm, ağaçla serpildiğini. Çocuklarla büyüyen tatlı bir şifa idim ben. Onlar, damaklarda kalan dut aromasıyla buyur ederlerdi yaz mevsimini. Daha dut verebilirdim biiznillah. Bu yaz, ne kadar yüklü olduğuma sen şahitsin Hisar Muhafızı. Git sor, Bursalı da şahittir. Her hafta nasıl ırgalandığımı o da bilir. Saatçi Nevzat da...
-Bu beldenin dutu bitmez, mebzuldür. Senin yokluğun meyvesiz bırakmayacak çarşıyı ey şaşkın! Ancak bir şey var ki çiğnenmesi korkutucu olan asıl o. Düşün, bir sabah uyanıyorsun Karşı Mahalle'deki Çınar'ı kesmişler, bir sabah uyanıyorsun parktaki Kestane'yi... Mümkün mü böyle bir şey? Ama bir ikindi vakti çıkmadı mı Sarıkız'ın başına buldozerle o meşum baz istasyonu? Bir beldenin cümlesine mal olmuş bir taşın yerinden oynatılması dahi istişareyi elzem kılarken...
Çarşıya sorulmadan, mahalleliden müsaade alınmadan, onların razılığı düşünülmeden kayıtsız ve kaygısız yapılan her iş güdük kalmaya mahkumdur. Bereketsiz...
Hafıza, sembollerde yaşar, sembollerde soluk alır. Onlara bakarak geçmişin yaprakları çevrilir birer birer. Âhirette dile gelecek tüm sembollerin hakkı içün helal eyle hakkını sevgili Dut Ağacı...
Seni, İrfan Hafız'ın sesinden, Hacı Fâik Bey'in Tâhir Bûselik makamında bir Yürük Semâî'siyle selamlıyorum:
Düştüm düşeli mihnet-i dünyaya usandım
Çün gurbete düştüm de bu gafletten uyandım
Her türlü cefâlar ile âteşlere yandım
Bilmem ki rahat Fâik'e yok şimdi inandım
Not: Yunuspaşa çarşısı alt girişinde çürüyen(!) ve yıkılma tehlikesi olan(!) dut ağacının âfâtından(!) bizi koruyan belediye yetkililerine ne kadar teşekkür etsek azz!