Kırılmış Bir Goncagül
Çocuk, her Cuma aynı yere oturuyordu: ıhlamurun gölgesinde, gülün karşısında. Gözlerinde buğulanan külliyenin ferah avlusu; hasırları, seccadeleri ve en arka saflara serilmiş kartonlarıyla âdeta yelkenlilerle dolu gök deryanın masmavi ortası idi.
Cümle kapısından girince, sağa kıvrıldı ve cemaatin arasından atlaya atlaya yerine ulaştı. Hasırların en küçüğüne, yedi kişi rahat rahat oturabilecekken, beş kişinin sereserpe oturması, çocuğun kendi yerini bulmasını hiç de zorlaştırmıyordu.
Yerinin ayrılmış olduğunun imtiyazlı tavrıyla oturacağı safa sokulurken istihzalı bir gülümseme aldı çehresini. Rahatlarını bozduğunu ekşiyen yüzlerinden anlayabiliyordu adamların; onların durumu, saklanması güç, komik bir ifade biçimi olarak göründü.
Bu hafta da çok cepli yelekleriyle sağındakilerin esnaf; kravat ve günlük traşlarıyla solundakilerin memur olduğunu hemen anlayabilmişti. Hoparlörün cızırdayan sesine karışan vâizin ıslah edici nasihatları, kulağına kesik kesik ulaşıyordu. Buna pek aldırış etmezdi. Çünkü zihninde bu ânı, seslerden ziyade, görüntülere açık bırakmıştı.
Etrafı seyretmek gibi eğlenceli başka ne olabilirdi ki şu dakikalarda. Dairevî bir şadırvanın etrafındaki musluklardan akan gümüş sulara dalan ve çizgi çizgi uzayan sıranın kendilerine gelmesini sabırla bekleyen, sonbaharın serin rüzgârıyla ürperen, açıkta bıraktıkları uzuvlarının hafif titremelerini yüreklerinde hisseden mümin alınlar...
Kestanenin dallarında saklambaç oynayan kargalar, hasır örgülerde dolaşan karıncalar, garip, küçük bir pervanenin ileri geri oynayan antenleri, caminin kubbesi, minaresi, sağdaki adamın iri, siyah, kare taşlı yüzüğü, soldaki adamın bileklerinden sarkan acayip işaretlerle dolu ilginç kol düğmeleri, birbiri üstüne çıkmış ayakkabı çiftleri, yeşil demir parmaklıklardan görünen ve duvar dibinden birbiri ardınca geçip giden insan kümeleri, kapıların köşelerinde, başları öne eğik namazın bitimini bekleyen dilenciler...
Çocuğu, en çok etrafındakiler meşgul ediyordu.
Bütün bu temâşalardan onu vazgeçirecek, yine bir temâşa idi. Dalından kırılmış bir goncagül... Gül fidanının baş aşağı sarkmış biricik gülü... Çocuğun secde mahalinin tam üstüne eğilmiş, ince yeşil bir kabuğa ilişik, dalın kırıldığı yerden soyulmuş, kabuğunun birkaç tellik ince lifine tutunmuş, askıda bir goncagül...
Çocuğun o anda bütün dikkati, çehresinde karar kılmış soluk bir ciddiyete bürünüverdi. Onu bu ciddiyetin yoğunluğundan vazgeçirecek, vakti gökyüzüne dalga dalga serpen kutsî sedâ, ezan-ı Muhammedî okunmasaydı eğer; çocuk, sanki tunç bir heykele tahavvül edecekti. Toparlanıp Cuma'nın ilk sünnetini edâ etti.
Sekiz secde, dört rükû, iki ka'de-i ahîre arasından kaçamak gözlerle seyrettiği yine oydu. Rüzgârın boşlıkta salladığı goncagülün bir sarkaç gibi takallüsü, rûhunda ters yüz ettiren bir tesire dönüşmüştü.
Minberden hitab eden hocanın sesi, öncesine nazaran daha duru, daha berrak ve daha gür geliyordu:
"Aklı başında bir insan için, evvelâ kendi varlığından başlayarak, kâinâtın bütününü ve bir de göklerde ve yerlerde mevcûd şeylerden her birini, bunların nereden ve nasıl geldiklerini ibret ve dikkat ile düşünmek, bunları yaratıp var eden Allahu Teâlâ Hazretleri'nin varlığını ve birliğini anlamak ve bilmek için yeter. Çünkü gerek kâinâtın hey'et-i mecmûası, bütünü, gerek onu teşkil eden zerrelerden her biri ve gerek bunlar arasında cereyan eden nizam, bunlar üzerinde ezelî yaratıcının hakim olduğuna, Allah'ın varlığına ve birliğine, ilim ve kudretine şehadet eden bir delildir; her satırında her kelimesinde Allah'ın varlığı ve birliği okunan açık bir kitaptır..."
Cemaat hep birden kıyam etti. Cuma namazı, Kevser ve İhlas ile hitâma erdi. Avlu boşalırken çocuk da dizlerinin üstüne dikilip uzandı gonca güle. Tam dokunacağı sırada:
-Bırak da burada olsun olacak, dokunma ona! dedi Gül-endam.
-Nasıl? dedi şaşkın gözleriyle çocuk. Senin gülün olabilir, fakat artık kırılmış bir güldür o, ve daha açılmadan...
-Neyi değiştirir bu? O, şimdi uyuyor, sonrasında da uyuyacak.
-Hayır hayır, uyumuyor; duyuyor olmalı konuştuklarımızı, içine gömülmüş kokunun mestîdir sadece... bunu nasıl inkar edersin?
-Ne zannediyorsun, ellerinde yeniden kök mü salacağını? O burada var oldu, ve yine burada var olacak.
-Kuruyup çürüyerek mi?
-O, kırılmasaydı da kuruyacaktı. Fasl-ı hazân erişmişti. Bak, bütün güller soldu.
-"Bu bâğın gonca-i ra'nâsı muhtâc-ı bahâr olmaz." demişti dedem.
-O, hangi şairdir çocuk, hangi bağdır sözünü ettiğin senin?
-Bilmiyorum, ama baksana o henüz açmamış.
-Açmayacak da!
-Bardakta açar gonca bir gül... Hem güneşe bırakırım, hemen açar...
-Hayat, bardağın içinde mi sanırsın?
-Evet, su hayattır.
-Ama hayat, su değildir. Bardağın içine bakman, dışını inkara sebep olabilir.
-Anlamıyorum söylediklerini Gül-endam, anlamayacağım da! Çünkü goncagülün açması, suya bağlı, güneşe bağlı, benim onu sevmeme bağlı...
-Hayır, çocuk! Senin içine o sevgiyi damla damla ilkâ eden ilhâm-ı İlâhî'ye bağlı... Şimdi alabilirsin onu, sevgin ona mündemiçtir, ben anladım.
Gömleğinden bir düğmeyi çözüp, yakasından içeri atıverdi goncagülü çocuk. İlk acıyı da o vakit hissetti teninde. Her adımında göğsünü biraz daha kanatan dikenlerin refikinde yana yana, evlerinin yokuşunu tırmandı. Annesinin ahşap dikiş dolabından çıkardığı küçük terzi makasıyla, dalın uç kısmından yeşil bir parçayı kesti. Yarım fincan suya ısladı ve bekledi pencerenin kenarında. Şimdi, akşamın kızıllığında aralanmış goncagülün latif ağzını seyrediyordu. Göğsünde yer etmiş sızının rakik hâr-zârı içinde...