Taraklı'da Bir Garip Kırmızı Bayram
I.
Yûnus Paşa'da kıldığımız bayram namazından sonra, bir grup arkadaşla Hisar Muhafızı'na bayram tebriğine gittik. Hisar'ın kaybolan burçlarından mâada her tarafa bakmış olmamıza rağmen, mekânında bulamadık Hisar Muhafızı'nı. Öyleyse bayramın ikinci günü, öğle namazından sonra gideriz diye sözleştik; ama o gün de yerinde yoktu Muhafız. Üçüncü gün, ikindi vakti kesin görürüz diye vurduk kendimizi bayıra. Nâfile... Yine yok!
Bayramın son günü de yakalayamazsak, Hisar Muhafızı'nın duâsından mahrum bir bayram geçirmiş olacağız, dedik ve bu kaygı, dördüncü günü, akşama doğru Hisar'a yeniden tırmandırdı bizi. Hisar Muhafızı ortalarda görünmeyince, çıkardık çekirdekleri ceplerimizden, çevirdik yüzümüzü batıya, Sivritepe üstünden gurup eyleyen güneşe karşı bayramın son dakikalarını seyre dalmıştık ki bâdem ağaçlarının arasından ağır ağır yükselen Hisar Muhafızı görünüverdi.
-Selam üzerinize olsun. Akşam şerifleri, size, bu beldeye ve bilcümle Erenler'e, hayırlara vesile olsun...
Sabah şeriflerini duymuştuk, ama akşam ile ilk defa şerefleniyorduk...
-Kurban Bayramın mübârek olsun Muhafız.
-Bayram bitti, lâkin görüyorsunuz akşam, yepyeni bir sabaha gebe kalmakta... İşte o gün hepimiz için mübârek olsun.
-Üç gün çıktık Hisar'a. Yerinde bulamadık seni. Napalım, kaçırdık vaktini bayramın. Geçmiş bayramını tebrik ederiz biz de...
-Sağ olun, gelmişsiniz. Ben de size geldim ya, aşağıda yoktunuz.
-Nasıl olur, biz aşağıdaydık hep... Kahvehanede, parkta, evde, çarşıda...
-Olmanız gereken yerlerde değil...
-Nerede olmalıydık Muhafız? Sen neredeydin?
-"Sahra-yı emelden eyleyip kat'ı nazar
Kurban-geh-i gamda bekleriz nevbetimiz"
demiş ya şâir. Muhafızın yeri, nöbettir her dâim.
-Bayramda da mı?
...
II.
-Bakın, beldeyi tezyîn eyleyen neş'eli günlere eriştik. Bir daha kavuşmamızın imkânına dâir hiçbir bilgiye sahip olmadığımız müstesna vakitlerden bir vakitti dört günlük Kurban Bayramı.
Teşrik tekbirleriyle arife sabahı buyur edip, teşrik tekbirleriyle ikindi vakti uğurlarken mübareği, ağzımızdan eski bayramlara dâir şöyle bir tahassürat asla dökülmemeliydi: "Nerede o eski bayramlar?"
Hayır, nostaljilere sığınıp geçmişte teselli arayan korkak ruhların, bugünü peşin peşin harcayacağını bilmeliyiz. Hafızamıza ihanet etmeden; bugün, her şeyden önemlidir hayatımızda: geleceğimizden de geçmişimizden de... Mutlak erişeceğimiz olan bir geleceğin (âhiretin) mâmûriyeti de gene bu güne bağlı. Görüyorsunuz, şu dakikalarda bu bayramdan bahsederken dahi korkarım geçmiş bir bayramdan bahsetmiş olacağım.
III.
-Geçmiş ve geleceği, ikinci derecede kıldığın şu saatlerde, aşağıda bizim göremediğimiz neleri gördün sevgili Muhafız?
-Siz kahvehanelerde otururken, ben belde müslümanlarının kin ve inat ateşinin tesiriyle tutuştuklarını, birbirlerini gönülden kucaklayamadıklarını gördüm. Üç günden fazlasının dünya ve ahirette nelere mal olacağının şuurundan kopuk, gururu tercih edip tevazuu terk ettiklerini gördüm. İnsan yüzü görmemek için evlerinde somurtup oturduklarını... Yarını ve dünü; bugüne tercih ettiklerini...
Siz hiç taakkul etmediniz mi?
Siz parkta, mevsimin bu zamanlarında, yüzünü pek nâdir gösterdiği güneşin latif ziyasına oturmuş, şen şakrak gülüşürken, o ışıktan nasibdar olamayan beldenin âmâ olmuş bir esnafından, kimsenin haberdar olmadığını gördüm.
Siz hiç tefekkür etmediniz mi?
Siz evde, sıcak sobarınızın kenarına kurulup, sofralarınızda tıksırıncaya kadar doyunurken Hisar'ın eteklerindeki harâbesine bir parça pay düşmemiş, çarşıda hasta-perişan dolaşan, kırmızı çehresi sarıya, sapsarıya çalınmış Allah'ın garip bir kulunu gördüm.
Siz hiç tezekkür etmediniz mi?
Siz çarşıdan güzel elbiselerinizle salına salına güzeran ederken, müflis bir adamın bayram namazına gitmeye dahi korktuğunu, evine kapanıp odacığında gizli gizli ağladığını, kapısını kimseciklerin çalmadığını gördüm.
Siz hiç teemmül etmediniz mi?
IV.
-Keskin, şavkıyan pıçaklar hızlı hızlı işlerken boğazlarda; kırmızı, kıpkırmızı, köpük köpük bir kan, hayvanların titreyen damarlarından oluk oluk boşalırken; yankılanırken candan çıkan son boğuk sesler tabiatta; ruh, bir başka âleme, aralanmış kapıdan bir anlık yaklaştı, yaklaşıyor, yaklaşmakta... Sonrası iki rekâtlık bir şükrü edâ. Sonrası gaflet, sonrası nisyan...
"İstemez kendini zebh eden İsmail'e kurban."
V.
-Anlattıkların açık değil Muhafız. Bâri bu anlattıklarından birini ayrıntısıyla anlat ki bütün bunları anlayalım. Mesela, biz evdeyken ne görmüştün?
-Ömer, Medine sokaklarında tabiîki dolaşmalıydı. Fakat komşular, Ömer'den evvel dolaşmalı.
Bundan bir sene önceydi. Soğuk bir kış gecesi, Hacı Atıf Hanı'nın doğuya bakan cephesinde rastlaştık Kırmızı'yla. Yoluna geçip laf atmıştım ki atmaz olaydım: "İşim var, eğleme yolumdan." diyerek fena tersledi beni. Söylene söylene uzaklaşırken, arkasından ancak kesik düzen birkaç kelimeyi tutabilmiştim: para, öksüz, çocuk...
Bir saat sonrasında kahvehanede yanıma ilişince, işin aslı astarını öğrenmiş oldum. Az önce beni görmediğine yemin-billâh ediyordu. Buna inandım, doğruydu. Çünkü yüzüme hiç bakmamıştı, şartlanmış kararlı adımlarla hedefine bir asker gibi gidiyordu o vakit.
-Bak Muhafız, seni görmedim bile. Devlet, ara ara bana bir miktar para verir. Ben de o paranın bir kısmını falancanın öksüzüne veriyorum. O yol üzere giderken fark edememişimdir seni.
Kıvırcık beyaz saçları, kasketinin kenarlarından tutam tutam fışkırmış partallaşmış ceketine tel tel dökülürken, birkaç sallanan dişiyle ağız dolusu gülümsüyor, gripinli çayı hızlı hızlı içiyordu karşımda Kırmızı.
VI.
O Kırmızı'nın benzi sapsarıdır bugün. Masmavi gözleri yorgun. Vücudu zayıf. Sobasını yakamadığından, odunu bulunmadığından, çürük zeytin, bozuk peynir ve hastalığından...
Bundan haberimiz yoktur demek: bu sokakta, bu mahallede, bu ilde yaşayan kimsenin hakkı değildir. Cennet de bu yüzden her kurban kesenin gideceği bir menzilgâh değildir.
Her şeyden haber veren mâlûmat sahibi bir adamın; kendisini, kendi ajansından pas geçmesi, sizi şaşırtmış olsa gerek? Siz onu kıylükal (dedikodu) ehli addederken belki o, bu belde insanına zorlu bir imtihan idi. Kendinden haber vermekten hicap duyması, onun gibilerin, ne bilirsiniz, belki de Kitap'taki belirgin vasfıdır.
Beldenin zenginleri; Forson Mustafa'nın, Mehmet Emin'in, Dedelerli Fethi'nin, Seyfi'nin, Kırmızı'nın en güçlü çağlarında, onların bütün emeklerini istîmal ettiler. Akabinde alâkadar olmak için ortada menfaate taalluk edecek hiçbir sebep kalmamıştır. Zîra zaman, bu gariplerin güçlü kaslarını sabun gibi eritmiştir.
Bir zaman, sırtı çatırdatan üst üste yüklenmiş buğday ve çimento çuvalları, kucaklanan elli kiloluk koliler, kiremitler, tuğlalar taşlar o yorgun günün iâşesini temin etmişse bir paketlik maltepeyle, ne âlâ...
Tarihte, piramitler yükselmiştir hep, siteler kurulmuş, metropoliten binalar yıkılıp yıkılıp kurulmuştur... Kölelerse taşların arasında, kanlı bir harç olarak dahi anılmaya değer görülmemiştir. Onlar yok hükmündedir.
-Biraz daha açık konuş Muhafız.
VII.
-Tahtaları pul pul dökülmüş, merdivenleri bîtab, tavanı vîrâne, mertekleri çürük, döşemeleri kalkık, tahta kurularıyla mebzul Kırmızı'nın baykuş tüneği harâbesinden ancak bir turist kadar haberdar olabiliriz.
Evet bir turist...
Eline aldığı silahıyla (fotoğraf makinesi) Kırmızı'nın vîrâne hânesinin önünde dikilmiş, çeşitli perspektiflerden incelerken manzarayı; yaklaştım kapıya ve: "Bu kilit hiçbir zaman anahtara ihtiyaç duymamıştır." diyerek açıverdim zincire bağlı paslı kilidi.
Vücudu dışarıda, merakı içeride, başını uzattığı avludan, uygun bir kare yakalamaya çalışan turist-kafa, deklanşöre basmaya bile tenezzül etmedi: "Bir şey yok burada." deyip geriye çekilmesine: "Kör müsün ulan! sefâlet var, yaşayan var, insan var burada..." demem pek inandırıcı gelmedi. Sırıtık yüzüyle dişisinin koluna girip uzaklaştı pişkince.
Turistlerin gözü, içi bit pazarı zevkiyle doldurulmuş zengin konaklarındaydı çünkü. Vîrânelerde nelerin saklı olduğunu bilemezlerdi. Ne Kehf'den bir ayet, ne de Hızır'dan bir haber çalınmıştı kulaklarına. Onlar kendi memleketlerine ecnebî, kendi insanlarına yabancı, yani turisttiler...
Peki ya sizler...
VIII.
Utanca gark olup elini öptük Hisar Muhafızı'nın. O da gazete kâğıtlarına sardığı akide şekerlerini avuçlarımıza tutuşturup alnımızdan öptü.
Mezarlık cihetinden sürüne sürüne ve ağlaya ağlaya aşağı indik. İndikçe zelil olduk, hakir olduk, küçüldük. Hisar'a çıktığımız yerden inebilmeyi ise kimse göze alamadı. Bu keder üstüne Hisar'dan Değirmensuyu'na yuvarlanıp ölmek, bize bu hâl üzre yaşamaktan çok daha evlâ göründü.