Aksiyon Dergisinden ...
28/11/2011
Ülkü AKAGÜNDÜZ
(ÖZEL)
İzzettin Kömürcü, Taraklı’da yaşıyor. Taraklı güzel yer; ahşap evleri, tarihî camileri, güler yüzlü insanları, hafta sonu yerli turistlerle şenlenen taş sokakları var… Betonun o meyus çehresine pek rastlanmaz burada, kendine özgü, bozulmamış bir doku… İzzettin, doğma büyüme buralı işte… Ne talih! Çocukluk hatıralarını hep bir göç kamyonuna yüklemek zorunda kalanlar, o şehirden bu şehire ekmek parası peşinde savrulanlar, içten içe kıskanırlar İzzettin gibi adamları… Sokağındaki ağaçla büyüyüp yaşlanan, içine doğduğu evle eskiyen adamlar… Ne ki talih, kimi güldürür kimi ağlatır insanı. O sakin kasabada, muhterem anacığı ve pek sevdiği eşiyle mutlu mesut yaşayıp giden İzzettin’in kim bilir ne derdi var!
Karşıdan baksanız herkes işinde gücünde, İzzettin de öyle… İlçe merkezinde küçük bir dükkân; camekânda İstanbul’dan, Ankara’dan gelenleri cezbetmeye yönelik iri puntolu bir yazı: “Ayşe Hanım’ın yöresel ürünleri”… Salça, tarhana, elma kurusu, ıhlamur, kekik, erişte, turşu, kızılcık marmeladı, çam reçeli, uğut; ama ille de köpük helva… Evin bir köşesini imalathaneye dönüştüren eşi Ayşe Hanım üretiyor, İzzettin satıyor ve o, bu hâliyle, eşi ve anası tarafından çekip çevrilen, koruyup kollanan masal kahramanı Keloğlan’a benziyor ki yazının devamında siz de ‘A evet’ diyeceksiniz. Ama önce, köpük helvadaki ‘ille’ye bir açıklama getirelim.
Çöven otundan yapılan bembeyaz, yumuşacık bu tatlı, dükkânın en rağbet gören mamullerinden biri; ama daha da önemlisi İzzettin’in soyadının bu helvadan geliyor oluşu. Biraz dolaylı olarak tabii… Helvacılık yapan dede, soyadı kanunu çıktığında, alakasız bir adla burun burunayken ‘Durun’ demiş son dakikada, “Biz helvacılık yaparız, Helva ocaklarının altında yanan kömürü de sonradan satarız. Soyadımız Kömürcü olsun.” Bugün ancak Taraklı’ya yolu düşüp de İzzettin’in dükkânından köpük helva alanların tanıyıp bildiği ‘Kömürcüoğlu’ markasının arkasında o dedenin ataklığı yatıyor işte.
Karşıdan bakınca demiştik, herkes işinde gücünde, İzzettin de öyle… Tezgâhın arkasında müşterisiyle sohbet ederken arada bir raftaki köpük helvalardan ya da marmelat kavanozlarından birine uzanırken gördüğümüz o adamın doğuştan kas hastası olduğunu nereden bileceğiz ve bu hastalıkla baş edeyim derken bir dolu tuhaf işe bulaştığını…
Hikâye, bir doktor tavsiyesiyle başlıyor; “Zora gelmeden, sıkıntı çekmeden, ağır yük kaldırmadan, fazla yürümeden, televizyon izlemeden, gazete okumadan, hatta çok konuşmadan, hâsılı stresten uzak yaşamalısın.” İzzettin, öpüp başına koyuyor bu tavsiyeyi, hatta buradan bir felsefi sonuca bile varıyor: “Benim gibi hasta olanların en büyük tedavisi özgür yaşamaktır.”
Bin kişiden birinde görülen bir hastalık onunki, çocukluğundan beri tedavi altında. “Günde 8-10 hap yutarım; ama hep aynı hapları yutarım.” diyor. Kendini bildi bileli, cüzdanında bir kâğıtla geziyor, başına bir iş geldiğinde alması gereken ilaçların listesi kayıtlı bu kâğıtta. Böyle bakınca zor bir hayat; o da durumun farkında zaten: “Benim gibi hastaların yaşama ihtimali düşük, yaşayanlar da ya spastik özürlü ya bedensel ya da zihinsel özürlü oluyor ve hepsi de hayata küsüyor.”
İzzettin ne yapıyor; çocuk yaşta işi çözerek doktorları bile şaşırtıyor: “Sosyal işlerle uğraşmayı kendime uygun gördüm. Etkinlikler benim ilacım oldu. İlkokul birden beşe kadar ya sınıf başkanıydım ya kültür-edebiyat kolu başkanı ya da spor kolu başkanı.”
Daha o yaşlarda nereye gitse etrafına 8-10 kişi toplayan İzzettin, zaman içinde kalabalıkları bir amaç etrafında buluşturmayı da öğrenmiş. Nerede bir başıboşluk, intizamsızlık varsa oraya koşmuş, taşın altına elini koymuş, kapanmak üzere olan dernekleri kurtarıp yeni dernekler kurmuş ve hepsine de tıpkı ilkokul yıllarında olduğu gibi başkanlık yapmış. ‘İyi hoş da tuhaflık bunun neresinde?’ diye meraklananlar için bir liste var aşağıda; gülümseten ve şaşırtan bir liste…
-Hayatımda hiç topa vurmadım; ama…: “Bırakın top oynamayı, uzun süre yürüyüş yapamam, koşamam, görmemde de sıkıntı var. Ama ilçemizde bir spor potansiyeli olup da kimsenin toparlanamadığını görünce dayanamadım. 1957’de kurulan ve kendi hâline terk edilen Taraklı Gençlik Spor Kulübü’nü aldım, at koşturur gibi koşturdum. Koşmaya başlayınca elimizden alındı; ama içimdeki heves yüzünden iki yıl sonra yeni bir spor kulübü kurduk. O kulüp birinci amatör kümede oynuyor bugün; ama yönetiminde değilim artık.”
-Cumadan cumaya camiye giderim; ama…: “Düzenli namaz kılamıyorum maalesef. Bir gün Taraklı Camileri Yaptırma ve Yaşatma Derneği’nden iki yaşlı amca yanıma gelip ‘Derneği feshedeceğiz, bize yardım et.’ dediler. İçlerinden biri vefat etti, Allah rahmet etsin. O zaman onlara dedim ki ‘Bu derneği kapatırsanız, yarın arkanızdan olumsuz ifadeler kullanırlar, kimse sizi hayırla yâd etmez, en başta da ben.’ ‘Peki, ne yapacağız?’ dediler. ‘Siz benim yanımda olun, ben bu işi yürüteyim.’ dedim. En büyük sıkıntı, derneği işler hâlde tutmaktır zaten. ‘Tamam’ dediler, işe koyulduk. Temeli atılan; ama o vakte kadar çivi bile çakılmayan Konak Camii’nin inşaatını bitirdik. Camiye yardım toplarken biraz zorlandım tabii. Beni pek camide göremeyen halk, ‘İzzettin, camiye ne parası topluyor acaba?’ diye şüpheye düştü. Depremden önce (Adapazarı ve ilçelerinde yaşayanlar olayları hâlâ böyle hatırlıyor yazık ki) devraldığım başkanlığı hâlen yürütüyorum.”
-Hiç ateşli silah kullanmadım; ama…: “Avcılar örgütlenemiyordu. Hepsi de yaşça benden büyüktü. Bir araya gelmelerini sağladım ve 2002’de Taraklı Avcılar ve Atıcılar Derneği’ni kurdum. Dernek, Marmara Bölgesi’ndeki en aktif derneklerden biri hâline geldi. Ama 2005’te en az oyu alarak yönetim dışı kaldım ve kurucu başkanlıktan çekildim. Yönetime geçenler gerçekten avcıydı. O yüzden hiç üzülmedim. Benim görevim zaten öncülük yapmaktır. Derneğin tüzel kişiliğini, yazışmalarını bürokratik işlerini en iyi ben götürürüm.”
-Kan görmeye bile dayanamam; ama…: “Kızılay Derneği de tıpkı Camileri Yaşatma Derneği gibi kapanmak üzereydi. Tam feshedilmek üzereydi ki yetiştim. ‘Bende dernek hastalığı var. Ben bu derneği alayım götüreyim.’ dedim. Beş arkadaşımla yönetimi devraldım. Depremden önceydi. Keyfî kurulan çadırları söktürüp Adapazarı’na götürdüm. Sürekli kan bağışı kampanyaları düzenledim. Ama kendim, sağlığım elvermediği için hiç kan veremedim. Kan görmeye de dayanamam ayrıca, kan tutar beni.”
-Televizyon, gazete yasak; ama…: “Doktorum bana gazete okumayı ve televizyon seyretmeyi yasakladı; ama kaderin bir cilvesiyle gazetecilik mesleğine atıldım, 25 yıldır da devam ediyorum. Anadolu Ajansı’nın Taraklı muhabiriyim. Yerel gazetelerde ve internet sitelerinde yazıyorum. Bugüne kadar hiç trafik kazası haberi yapmadım. Televizyonda sadece Kurtlar Vadisi’ni izledim. Bir de TT Net’in Mümkünlü reklamında rol aldım.”
43 yaşındaki İzzettin Kömürcü’nün tuhaf hikâyesi böyle işte… Yükseklik korkusu olduğu hâlde Taraklı için yüksek sayılabilecek üçüncü katta oturup balkona hiç çıkmaması, fotoğrafını çektiği insanlar rahmetli olduğu için makineyi bir köşeye kaldırması, ilçede hırsızlık vakası nadirattan iken dükkânının hem de onun doğum gününde soyulması gibi ‘ufak tefek aksilikleri’ saymazsak tabii… “Hep kurdum ama neyi kurduysam elimden bebek alınır gibi alındı.” diyen; fakat bebeğini alanlara da hiç gücenmeyen bu adam bir vakitler tuhaf olmayan bir işe el atmış aslında; ‘sigara ve alkol kullanmadığı hâlde’ Taraklı Yeşilay Derneği’nde çalışmış.