Hisar Muhafızı'nın Eşiği
Kim maksadım benim dahi ol âsitânedir
Fuzûlî
Hisar'ın kapısı önünde bekledim çok zaman. Eşiğinde. Atlamak, hiç aklımdan geçmedi bu eşikten. Atlamayı ikbal, beklemeyi idbar telakki etmedim çünkü. İkbali de idbarı da başka yerlerde değil, bizzat eşiğin kendisinde aradım.
Hem Hisar'ın Muhafızı olacaksınız hem de atlamak ve beklemek gibi iki şık arasında bir tercihe zorlanmanın ne mâhiyet taşıdığının farkında olmayacaksınız. Bu mümkün müydü? Tabii ki mümkün değil. Her şeyden önce yakışık almazdı muvazzaf bir Muhafız'ın mevkiine. Yaptığı işin tefrikinde olmamak demekti bu. Çoban köpekleri kadar değerli olmamak.
Yani ölümse korkutucu olan, Hisar'ın güneyi kabristana bakıyordu. Gözden ırak tutmadığım bir cihete. Hayatsa çekici olan, Hisar'ın kuzeyi günbegün insanların dolaştığı, alışveriş ettiği bir tarafı görüyordu. Hasret çektiğim bir şey değildi ki bu.
Atlamanın da beklemenin de nasibime düşmüş paydan bir hisse olduğunun telakkisinde bulunmam, birini olumlu, diğerini olumsuz kılmıyordu nazarımda. Bu yüzden birileri tarafından tercihin, bir üstünlük vasfıyla mümeyyiz kılındığını pekala biliyordum.
Beklemenin taassup olduğu, atlamanınsa değişime karşılık geldiğini söyleyenlerin, peşin peşin birini müspet, birini menfi yaparken; aslında değişimi taassup kılmadığı ne mâlûmdu? Az sonra bu fikirlerinden caymayacaklarını, beni mütelevvinü'l mizac, orta yerde bırakmayacaklarını nasıl bilebilirdim? Bir burhan mı vardı ellerinde?
Eşikteydim, kapının önüde. Güneş, ihtişamıyla alnımda doğar, titreyerek batardı sırtımdan. Yağmur arılığında yıkanırdı tüm gözelerim. Gece, usturlâp olup dökülürdü pul pul ellerimde. Yıldızlar akıp giderdi yanı başımdan. Küsûfu ve husûfu çıplak gözle görebildiğim, mevsimleri cemrelerden takip ettiğim bir beldenin insanıydım ben.
Buraya uzak bir şehirden geldim, uzun bir yolu katederek. Yolum uzundu, yüküm ağır ve hassas. Bense ümidini azık etmiş, menzil-i maksûduna erişmeye müştak, garip bir seferî.
Yüküm, takip edeceğim yoldan etkilenirdi. Nâzenin bir emanetle muttasıftı omuzlarım. Seçeceğim yolda, bunu göze almalıydım. Sırtımda durduğu gibi durmuyordu, bizzat yola da te'sir ediyordu. Yolun alâmetlerine yapışırken yükü unutuyor, yüke sarılırken yolu kaybediyordum. Devamlı bir dikkat, devamlı bir teyakkuz hâli...
Bu da yetmiyordu.
Bir kez yola çıktık mı, yolun vasfı da değişiyordu. Karıştırmamak mümkün değildi. Ama tekrar yolu bulmaktı esas olan ve yükü, her dâim murâkabe edebilmek, istikâmet üzere bulunabilmek...
Sonra, yolun mâhiyetini de düşündüm, onu tepeden tırnağa yükümün zırhı belledim. Yükün kadrini, yol bilirdi. Neyi taşıdığını bilmeyen bir yol, helak eyler cümle yolcuyu. Öyleyse yol, yük ile mütenasip kılınmıştı. Ama yükü bilmeyen, yolu nice seçerdi.
Yükün muhtevası devreye giriyordu bu sefer. Aslında o, daireden hiç çıkmıyordu. Onu düşünürken kendi hüviyetim işe karışıyordu. Harâmîler, baskın üstüne baskın düzenlediler. Ve her defasında anladım ki: Yükümdür bir çekirdek/ Ayağa kaldırır beni.
Uzun ve meşakkatli bir seyahatti. Ben, yoldan ve yükten müteşekkil bir adam olup çıkmıştım.
Böyle böyle zaten değişiyordum. Mukallid iken muhakkik oluyordum. Elimde taşıdığım şişe kırıldığından, her şey daha yaralayıcı geliyordu. Evvela kırılan şişenin parçaları kesti tenimi, yapıştırmak mümkün değildi; tuz-buz olmuş, saçılmıştı etrafa zerreler: "Dayanır mı, şîşedir bu..."
Parçalarımı ararken Hisar'ı buldum. Kesilen tenimi, derenin kenarına götürüp beldenin dervişine sardırdım. Şişeden bahis açıldı: "Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil" dedi.
Nihayet tahkim bir yuvaya dönüştü burası. O gün bu gün, beklerim bu yuvayı. Şimdi şu nöbetimi taassup görüp değişime yani atlamaya zorlarsanız beni, size düşman muamelesi yapıp kılıcımı çekmek zorunda kalabilirim. Çünkü burası, ehl-i gazânın eşiğidir. Olmak isteyenin olduğu; metânet ve sebatın muhkem kalesi.
#