İktisadi Hayatın Ahlaki Sorunu
Kur’an’da yerilen, insanın nimete ve servete sahip olması değil, Allah’ın ona verdiği nimet ve serveti kendi aleyhine olacak şekilde kullanmasıdır. Bu yüzden insanî sorumluluğa ait sonuçları Allah’a atfederek yükümlülükten kurtulmak mümkün değildir.
Bu bağlamda yanlış anlaşılan konulardan biri de “rızk meselesi”dir. Bu meseleye Kur’an bütünlüğü ve toplum gerçekliği dikkate alınarak yaklaşılırsa “rızk takdiri”nin “reel mülkiyet, servet ve mal taksimi” değil, “bu dağılımın duruma göre değişebilen kanunu” olduğu görülür. Çünkü pek çok ayette mal, mülk ve servet toplama fiili, mülkiyet edinme iradesi insana izafe edilir.(krş. Hümeze 104/2-3 vb.) Rızk bakımından üstün olanlar da fakirlere hakkını vermedikleri için eleştirilir. ( karş. Nahl 16/71 vb.)
Şayet Allah rızkı reel anlamda kendi paylaştırmış olsaydı o zaman kendi işinden şikayet etmiş olmaz mıydı? Yine O, insanları infaka, yardıma, zekat ve borç vermeye çağırır mıydı? Zenginliğin ve fakirliğin nedenlerinden biri de insanların çalışkanlıkları, tembellikleri, iktisadi ve siyasi sistemlerin yapısı değil mi? Bugün dünyada yaklaşık 350 bin kişinin sahip olduğu zenginlik, 2,5 milyar insanın toplam zenginliğine denk düşüyorsa bu sömürü çarkını –hâşâ- Allah mı yoksa serveti tekellerine alan zalim güçler mi kurmuştur? Öyleyse “Allah rızkı uygun gördüğü bir ölçüye göre bahşetmektedir” ifadesindeki “uygunluğu” yani bolluğu veya azlığı, “duruma göre değişebilen kanuna sahip çıkma” şeklinde anlamak gerekiyor. Aksi halde sömürü sistemlerinin oluşturduğu sınıflı toplum yapıları meşrulaştırılmış olur.
Kur’an’a göre dünya nimetleri insana sadece ikram olsun diye değil, aynı zamanda onun sınanması için de verilmiştir. Bu yüzden rızk farklılıkları, övünme ve yerinme gerekçesi değil, hayatı birlikte paylaşma ve inşa etme vesilesidir. Yine Kur’an’a göre iktisadi hayatın ahlaki sorunu “ insanın mala sahip olmayı çok istemesinden; onu fakir ve yoksul olanlara vermekte cimri, kendi keyfi ve zevki için kullanmada müsrif olmasından ve insanları sömürmeye kalkışmasından” kaynaklanmaktadır. Bu yüzden Kur’an, insanla iktisadi hayat arasına bir “mesafe bilinci” koyar. Bu bilince sahip olan insan da ne servete tamamen mahkûm olur ne de ondan mahrum kalır. Zira Kur’an “malı/serveti” aynı zamanda “nimet ve rızk” olarak da nitelendirerek ona metafizik bir boyut kazandırır. Böylece mal/servet, dünya hayatının “süsü” olarak kalır. Ahirette verilecekler karşısında “geçici” bir statü kazanır ve kendisiyle insanın deneneceği bir vasıta olur.
Sonuç olarak, ekonomik faaliyetin çevre boyutunu genellikle “üretim, dağıtım ve tüketim” oluşturur. Kabiliyet ve rızk farklılıklarıyla hizmet ve mal üretimi de toplumsal hayatın devamı ve insanın sınanması için zorunlu bir husustur. Allah tabiattaki birçok değeri ve insandaki kabiliyetleri potansiyel halde yaratıp hazırlamış, bunların ihtiyaçlar ve şartlar doğrultusunda üretilip geliştirilmesini insana bırakmış; geceyi dinlenme, gündüzü çalışma ve üretme zamanı olarak düzenlemiş, her türlü kazanç, mal ve yarar elde etmede temel ilke olarak da “sa’yi/ emeği” esas almıştır. Burada önemli olan, insanın çalışıp emek sarf ederken Allah’la olan manevi ilişkisini koparmamasıdır. Öyleyse insan servet elde ederken Allah’ın rızasını da kazanmaya çalışmalı, bunun için de sahip olduğu tüm değerleri ahlaki amaçlar doğrultusunda kullanıp hem dünyayı mamur etmeli hem de ahiretini güvenli bir geleceğe çevirmelidir.