Nazlıyâr
Suç benimdi aslında. Önce ben küstüm.
Küskünlüğümün evveli de var tabi. Önceleri oralı bile olmadım. Umursamadım, hafife aldım… o ise tüm merhametiyle:
- İçme! derdi.
Ben dinlemez, keyif bu ya içerdim. Sağlam içerdim hem de. Nerde akşam, orda sabah…
Sonra onun önemsenmeye değer olduğunu fark ettim geç de olsa. Küsecek kadar umursanmaya değer… Ve öyle bir küstüm ki, beş yıl geçti yüzüne bile bakmadım. Bir kez olsun gülümsemedim ona karşı. Verdiği, vereceği her şeyi geri çevirdim. Bir düşmandı benim için. Onun olmadığı, uğramadığı âlemlerde dolaştım. Meselâ meyhaneye gelmezdi hiç.
Ve ona zarar vermek için her yolu denedim. Yumruklar, tekmeler, cam kırıkları… yıllar süren bir kavgadır gitti. Fakat nefret, insanın en çok kendisine zarar veriyor. Öyle ki beni yerlerden topladıkları çok oldu.
Sonra yaralarımı sarması, gözlerimin içine kadar bakması, yüzüme gülmesi inandırdı beni. Benimle konuşabilmek, görüşmek için elinden ne geliyorsa yapıyordu. Bunca hatama karşın, anladım, hâlâ seviyordu.
Barışmalıydım artık! Barıştım da.
Fakat bu kez bendim uzanan elleri havada kalan. Bendim aldanan. Bir çocuk gibi kandırmıştı beni:
- Geldi mi, geldi mi… diye diye kendisine çağıran oydu, ve ben ona yürüdükçe geri kaçan o oldu.
Kırgındı belki de bana. Ya da öyle kızmıştı ki yüzüme bile bakmıyordu. Hâlâ da bakmıyor ya…
Geri çevirdiğim, kabul etmediğim neyi istesem vermiyor şimdi. Ben yine de:
- Hadi barışalım, gül biraz, diyorum. Gülmüyor.
Öyle nazlı ki bir afralar, bir tafralar sorma gitsin! Yıllar süren küskünlüğümün acısını çıkarıyor belli ki.
Kaçan kovalanır ya… ısrarla:
- Tamam, sen küsülemeyecek kadar vazgeçilemezdin, diyorum. Bir hataydı, artık barışalım, dedikçe; kararıyor, somurtuyor, ağlatıyor üstelik.
Nihayet anlıyorum:
- Hayy Allah! diyorum. Meğer o bana döneli çok olmuş. İlk Hayat belirtisi, ağlamakmış.
Ve bir annenin bir çocuğu teşviki gibi, kollarını iki yana açarak:
- Geldi mi, geldi mi… diye diye yürümeyi yeniden öğretecekmiş bana. Benden kaçarak…
Hayat işte!..
Sürüklüyor peşinden.
#