Abdurrahman ZEYNAL
Kalem
Hoca Talebesini Tabancayla Öldürmeye Gidiyor
Yayın:
Güncelleme:
1900'lerde Medreselerin bu durumuna çare bulmak için toplantılar düzenleniyor yeni öneriler, yeni teklifler sunuluyordu. Hiç şüphesiz bunların en önemlisi 1909'da teklif edilen Daru'l Hilafetil Aliyye Medreseleri idi. Böylece Öğrenim süresi 12 yıl olacak olan yeni bir formata medreseler kavuşturulacaktı. Ancak bu kolay olmadı. Toplantılar, tartışmalar alıp başını gidiyordu.
Böyle tartışmaların başladığı bir toplantıda ilginç bir anekdot anlatıldı. Toplantıda Ahmet Mitat, Yusuf Akçura, Muallim M. Cevdet, Müderrisler ve daha niceleri bulunmaktaydı. Toplantıda mühim bir sima vardı. Herkes onun mutlaka bir şey söyleyeceğini biliyor, hatta istiyor, fakat o zat bir türlü konuşmuyordu. Nihayet herkesin yüzü ve gözü kendisine dönünce o zat ister istemez söz aldı ve dedi ki:
"Bundan bir kaç sene önce bir büyük muharrir zamanın şeyhülislamına bir mektup yazmış, haftada iki gün evine gelip kendisine tefsir ile diğer İslami ilimleri okutması için bir hocanın seçilip gönderilmesini rica etmiş. Bu iş angarya değil , muharrir, hoca efendiye bir ücret verecek. Şeyhülislam bu büyük şöhretli muharrire hocalık edecek ulema arasında okur yazar ve münevver birisini aramış bulmuş, eline bir tezkere vererek muharrire göndermiş. Hoca efendi haftada iki gün muharririn evine gidiyor, dersini okutuyor ve geceleyin de orada kalıyordu. Muharrir; edebiyatta, felsefede , tarihte senelerce kalem oynatmış, mütetebbi ve münakaşacı bir adam, hatta İslamiyeti bir hoca kadar bilmediği halde onu garp ve Hıristiyanlık alemine karşı senelerce kalemiyle müdafaa etmiş ve bu yolda bir kaç eser de neşretmiş değerli bir şahsiyet. Fakat muharririn fena bir huyu var! Aklın, mantığın kabul etmeyeceği, senetsiz, sepetsiz, mehezsiz vesikasız sözleri, hurafeleri, israiliyatı o da kabul etmiyor, derhal itiraz ediyor, sualler soruyor, hocayı müşkül bir mevkiye düşürüyor. Suallerin bir kısmı muhik, hoca bildiğini söylüyor, onu kandırıyor. Bir kısmı hocanın aklı ermeyecek derecede yüksek. Medrese ilmiyle bunlara cevap vermek müşkül, bunların karşısında özürler diliyor. Üçüncü bir kısmı da garp muharrirlerinin umumiyetle din aleyhtarlarının ve Hıristiyan misyonerlerinin İslamiyet aleyhindeki yazılarından mülhem garazkarane iddialar ve isnatlardan ibaret. Hoca bunları da kısmen izah ediyor, ediyor amma bu suallerin topu birden hoca üzerinde o kadar büyük tesir bırakıyor ki, muharrir İslamiyet'e taraftar değil bilakis aleyhtardır. Din öğrenmek için değil onu tahkir ve tezyif için kendisini istemiş. Hakiki Müslüman olsa böyle kafirine ve mülhidan sualler sorarmı? Dinsizlerin sözünü nakledermi? Nakli küfürde küfür değilmidir"?
Hoca suallerden aciz kalmış sonunda muharririn kafir olduğuna hükmetmiş, kararını vermiş, yine bu tür sualler soracak olursa tabancayla onu öldüreceğine karar vermiştir. Böylece bir dinsizi ortadan kaldıracaktı. Ertesi günü derse giderken tabancasını almış aynı suallerle karşılaşırsa talebesini oracıkta öldürecektir. Ancak talebe hocasının keyifsiz olduğunu görünce o gün hiç sual sormamış, ders normal seyrini takip etmiş ve ders suhuletle bitmiştir.
Zamanla derslerdeki neşesizlik hafiflemekte, muharrir itirazlarını azaltmaktadır. Hoca Efendi yavaş yavaş itidal ve sükunet bulur ve aralarında bir ünsiyet, bir anlaşma peyda olmaya başlar, zamanla hoca efendi talebesini sevmeğe, onun zekasını bilhassa edebiyatta, felsefede ve içtimaiyattaki derin tetkik ve tetebbüalarını yakından görüp takdir etmeğe başlar. Ve yine yavaş yavaş, tabii hissetmeyerek, hoca iken muharririn karşısında talebe seviyesine inmiş olur. Öğrettiği kadar öğrenir ve bu yüzden öldürmek için yanında taşıdığı tabancayı kullanmağa , tasarladığı cinayeti yapmağa lüzum kalmaz.
Bu konuşma dinleyiciler üzerinde derin bir teessür bırakır. Herkes kim bunlar sorusuna cevap ararken O zat:
"İşte makamı meşihatın yüzlerce hoca arasından seçip muharrir efendiye gönderdiği münevver hoca böyle olunca bizim medreselilerin bu günkü halini , medrese tahsilinin verdiği neticeyi siz takdir edin. Hocalarımız anlayamadıkları, kavrayamadıkları mevzulardan bahsedenleri ilmi ve mantıki delillerle değil, silahla yenmek buna cesaret edemedikleri yerlerde ve zamanlarda bol bol tekfir etmek ve neticede halkı dinden soğutmak ve kendilerinden uzaklaştırmaktan başka bir şey yapamazlar.
" Dedikten sonra susar. Ancak salondakiler merakla kim bu hoca, kim bu muharrir diye sorarlar. Hoca salonda beklenen tesirin oluştuğuna kanaat getirince tekrar:
" Hoca Efendinin kıymak istediği muharrir şimdi (hamdolsun) aramızda bulunan atufetli Ahmet Mitat Hazretleridir", der demez dinleyenler hayretler içinde kaldılar ve hocanın kendisi olduğunu anladılar, anlamayana da yanındakiler fısıldar. Bir müddet gülüşmeler , manidar bakışmalar devam eder.
Musa Kazım Efendi ; ifade tabyesdindeki muvaffakiyetini görerek ve gülerek son söz olarak :
" Evet bu memlekette usulü dairesinde medrese tahsili görmüş, biraz yazı yazmağı öğrenmiş ve o sayede Galatasaray gibi Avrupai bir lisede darulmuallimin ve hukuk ve daru'l funun gibi yüksek mekteplere hocalık kürsüsüne ve bugünde bu şöhret yüzünden bu memlekette en yüksek memuriyet makamı olan Ayan azalığına çıkarılmış olan Musa Kazım daileri Ahmet Mitat Efendi gibi bir muharrir, alim hakkında bu tür fikirler beslerse ne demek gerekir. . "
Bu konuşmadan sonra salonda oluşan hava şu olur; Medreseler kökünden ve en kısa zamanda ıslah edilmeli, ve "Daru'l Hilafetil Aliyye" medreseleri kurulmalıdır. Bu anlayışla o gün toplantı sona erdi.
Kaynak: Osman Ergin. Türk Maarif Tarihi Cilt. 1-1, Sayfa 119-120. Eser yayınları, 1977. İstanbul #