Mesele Teamül Değil; Tahammül...
Doğruyu söylemek gerekirse, gerçekten de şuan öylesine koydum parmaklarımı klavyemin üzerine… Kelimeler dökülürken bu beyaz sayfaya tane tane, şuan parmaklarım düşüncelerimin itmesiyle hareket etmekte; ümitsizce... "Anlamıyorlar" demek değil de, "anlatamıyorum" demek geliyor içimden. Fakat bunu da diyemiyorum, kendime yediremediğimden!
Ve susmak geliyor sonra tâ derinliklerimden... Susamıyorum da... Oysa ben suskun feryatlarımın olabilirliğine öylesine susadım ki... Hiçbir şey demeden bir çok şeyi anlatabilmek acaba gerçekten de mümkün değil mi? Susarak herhangi bir şeye susadığımı belli edebilmek çok mu zor gerçekten? Hıçkırıklarımı yorgun soluğumla içime çekmeye çalışırken, -bu zor anımda- "sus" diyebilip, "su" verecek kimseyi bulamayacak mıyım yanımda; böylesine susamışken?.. Ve kendimi anlatmak için -kendimde- boğulacak kadar -kendime- açılmışken; bu denli anlaşılabilirliğe susamışlığım neden? Ben cevaplayamıyorsam, bilin ki; bilmediğimden...
İnanın şahsımın bildiği bir şeyi size sormak gibi bir ereğim yok... Sadece anlatmayı bilmeyen lâl cümlelerimin sonuna takıştıracağım soru işaretlerim var benim...
Mesela "Ergenekon"a "Gel-gene-kon" dedim; -demek istedim- beceremedim! Taraklı'da Şaban Dişli'nin annesi için okunan "Selâ"ya, "İnsanlığın Selâsı" idi dedim; gereksiz tepki vermekle itham edildim... Oysa okunan o selâ, gerçekten de katı kuralları hiçe sayarak okunmadı mı? Yani öz mü öz Taraklıların dahi, Taraklı'da defnedilmediği gerekçesiyle Taraklı'da selâları okunmazken; Şaban Dişli'nin annesinin burada selâsının okunması "insanlık" dahilinde kalan bir eylem miydi? Ve bence böyle bir “çifte standart” uygulanmasa idi, asıl o zaman “teamül”ün dışına çıkılırdı gibi! Nitekim “çifte standart” dediğimiz bu “insanlık dışı” hadiseyi uygulamak, bir çoğumuzun “kültür”üne işledi!..
Bir de -konuyla- alakalı olarak dendi ki bize; "topluma mâl olmuş biri için böyle bir ayrıcalık yaşandı"!.. Olur mu ya? böyle bir kusuru kapatacak, böylesine bir özür olur mu? Bir "vekil" "aslını-astarını" nasıl geçebilir? Bu -yüzü- O’na kim verebilir? Sonra adı üstünde "Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı" nasıl topluma mâl olabilir?.. Hani "Cumhurbaşkanı" olsa belki... Nedir topluma mâl olmanın kriterleri? Nedir topluma mâl olmanın bedeli? Mâkam ve mevki mi?
"Valla" -boğulmak pahasına- hazır açılmışken içime, şunu da demek isterim:
"'çifte standardı' 'insanlık dışı' bir eylem olarak tanımlamayı 'örf ve adet' olarak 'kültür' edinmişsem kendime; böyle bir olaya 'insanlık dışı bir fiil' diyerek "teamül"üme bağlı kalmayı erdem takınırım kişiliğime...".
Hem öyle ki; ömrümüzün son anında bile halka yaşatılan bu ayırım, yaşarken de hayatın diğer alanlarında da hissettirilmiyor mu bize? Sofrada-sokata, hastanede-hapishanede... bizlere yaşatılan tüm bu haksızlıkların "çifte standart" değil mi ismi? Ve hayatın her alanında uygulanan bu "çifte standart" "insanlık dışı bir eylem değil mi? “İnsanlık” dediğimiz olguya sadece topla-tüfekle, paçalanan kol, bacak ve yürekle kastedilmez ki! İnsanı insan yapan, “onur” ve “şahsiyet” gibi değerleri kırarak parçalarsan sen; kolu-bacağı, kalbi-ciğeri parçalayanlardan fazla bir farkın kalmaz ki.
Nitekim böyle bir hadiseye ben sadece "onur-şahsiyet kırıcı teamül dışı" bir olay diyemezdim; demedim... "İnsanlık dışı bir işgüzarlık" dedim. Benim "teamül"lerim ve “tahammül”lerim arasında böyle bir hadisiye böyle bir "isim" bulma adeti vardı çünkü. Aklım-gözüm bu ismi bulamayacak kadar kör mü?
Aldığım yorumlarda sevdiğim bir kardeşim de şöyle sormuş: "öldükten sonra Selâ okunmuş-okunmamış ne önemi var?"... İnanın böyle bakarsak ben de derim ki -o klasik söylemle-: "ben öldükten sonra güneş doğmasın isterse..." Ancak dediğim gibi, bu tür hadiseler biz yaşarken de yaşatılıyor bize! Bu konuda gerek yok ki başka söze...
Ve yine bir Ağabeyimiz; "kişinin değeri -Takva-sına göredir; Allah -şu zengin bu fakir- diye ayırmaz" demiş ve eklemiş:"gerisi teferruat" diye... "Allah -benim dediğim anlamda- insan ayırır" demedi ki zaten kimse! Ama bakın, Allah "bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" diye belirgin bir ayırım gözetmiştir ki kuran-ı kerim'de; kimse bilmeden konuşmasın diye...
"Sanat, sanat için mi, yoksa halk için mi olmalı" sorusunun cevabını; "sanat, sanat için yapılmalı" diye vermiş zaten Taraklılı bir şair... O'nun bu söylemine ekleyeceğim -naçizane- şu olur ancak: "sanat sanat için yapılmalı, fakat halk da sanattan anlayabilecek düzeye çıkarılmalı...". Hatta kendilerini sanattan anlıyor gören entelektüeller de "sanattan anlayabilecek" seviyeye çıkarılmalı. Buna kendimi de dahil etti şahsımın algısı...
"Sanat" bir başkaldırı biçimidir. Bunu sanatla ilgilenen evliyalar bile yapmıştır; başkaldırmışlardır… Ben mi?.. Sanatçı mıyım?.. "Valla" ben başkaldırdım ama, ölümsüzlüğü yakalayabilir miyim, bilemem. Öyle ki sanatın bir boyutu da ölümsüzlüğü yakalayabilmektir. İşte bu bakımdan kimse bana "sanatçı" SAVında bulunmasın. Bırakın da bunun SAVcılığını zaman yapsın...
Unutmadan; ben bu yazımda içimi fazlasıyla teşhir ettiğimden "soyundum" diyebilirim. Sanat için soyunmuştum ama; sanat soyunmak da değilmiş oysa… Ben sanatçı değilim bu açıdan bakılacak olursa... Soyumdum ama susamadım!.. Lakin "sanat bir susma biçimidir" ki; beceremedim... Keşke susabilseydim... Keşke soyunmayarak, yani susarak konuşabilseydim…
Ben sanatçı değilim…
Sanatçı olmadan da, ölmeyebilir miyim?
Ve bana okunacak -farklı bir- selâyı -ölmezsem- susturabilir miyim?..
Şimdi müsaadenizle, yeniden suskunluğumu giyinip gidebilir miyim?