Kocabıyık Parkı ve Utanç
Sınırları daraltmak meselesine gelirsek ben yeterince daraldım, bunaldım zaten. Ve olmadığım hâlde gizlenmekse maharet; bunu da başardığım söylenemez pek.
Demiştim ya:
Olmayan ‘yok’ nasıl çıkar hayatından?
Olmayan 'yok'u var bilerek;
Yok’u gizlemeye ne gerek?
…
Bugün anlaşılmak değil benim meselem. Mânâya sınır çizip karşımdakini/karşılaştığımı daraltmak, bunaltmak hiç değil… Herkes anlamak istediğini anlasın ve olsun bitsin bu iş. Ya da hiç kimse anlamasın: Mânâya sınır çizen hududlarda kalınmasın... Lakin düşünceye arklar açmak değil benim işim.
Nedir benim işim?
Mesela ağlayan anlatmadığı hâlde anladığımız nedir bizim?
Açlığa bürününce bebek,
Mânâya harf ne gerek?
…
Beklemeye değmez değilsin; fakat varlık sana değince değişiyorsun. Vardan hiç ayrılmadığım hâlde nasıl bekleyebilirim ki varı beklemem ibadet olsun? Yokluk, varlığı bekleme fiiline fail olma varlığına sahip değilken hem de…
Yalnızca şurası anlaşılsın ki: pusu kurmadım ben!
"Bütün" yokluğumla/senliğimle burdaydım zaten.
Senden yoksun değildim ve seni beklemiyordum bu yüzden.
Seninleydim diyerek;
Beklemedim demeye ne gerek?
…
Bak bulanık çayım bile kızardı; artık tavşan kanı... Suçlu yüreğim sakalımla birleşip yüzümü kara çıkardı.
Utanç nasıl da yakıştı, oturdu üstüme… Fakat belde neden daraldı böyle? Ya da bu kadar dar mıydı belde?
"Yer yarılsa..." dedirten utancı nerden peydahladım ben?
Başım neden yerde?
Cami avlusu saydığımız parktaki bu sevimli utancı şimdi kim sahiplenecek?
Ve cevaba ne gerek?
Eve kapanmak gerek!
#