Önden Giden Atlılar Taraklı'da
Bizleri "Önden Giden Atlılar" ile buluşturan Taraklı Kaymakamı Muhlis Arslan'a, Şair Osman Sarı'yı Taraklı yollarına düşürüp ona yoldaşlık eden Prof. Dr. Ali Seyyar Hocamıza ve tüm emeği geçenlere teşekkürü borç biliriz.
Gecenin düşündürdüklerini ise alacak kaydederiz:
...
Gösterilmeyen hedefe doğru, 'Önden Giden Atlılar'ın açtığı yolda durmadan yürüyeceğime ant içmiştim. Buna kararlıydım ve fakat yalnızdım.
Enes’i aradım:
- “Yoldan önce yoldaş gerek.” Bana yoldaş ol da parka doğru yol bulalım. Bu akşam şiir dinletisi var, yalnız bırakma beni…
Enes: Tamam, dedi.
Vakit karanlığı vurduğunda, sözleştiğimiz üzere evden çıkarak apayrı yolları adımladık. Hâlbuki parka doğru yol bulmak için yoldaş olacaktık. Lakin kalpte Yoldaş’ın varlığına dair bir şuur oluşunca, birlikte atılacak cismani adımlara gerek kalmadığını anladık: Adımlanan farklı yollardan aynı yolu yürümüşüz ki Kocabıyık Parkı’nda buluştuk. ‘Önden Giden Atlılar’ın peşine düşen o Biri… ve diğerleri gibi…
Hemen girdik içeri!
Kapıyı açmamla içimin sıcaklığının yüzüme çarpması bir oldu!
İçerime birini aldığımdan beri kendim dışarıda kalmıştım.
Donmuştum.
İçeri girdim ki içimdekini dışımda buldum!
…
Şair Osman Sarı'nın o "Taş" şiiri, Rahime Öğretmen'in yumuşak sesinde daha da sertleşti:
“…Taş taş değil kalbindir taş senin
Nereni nasıl yaksın söyle bu ateş senin
...
Kazmayı kayalara değil kalplere vur ey
Ferhat niçindir kırdığın bunca taş senin…”
Şiir, şiir ki; şairinin yazmadıklarını da düşündürüyor:
Etrafı mezar taşlarıyla çevrili Yunuspaşa Camii hemen arkamızda taştan bir mâbet… Bir amele gibi taş taşıyıp taştan mâbet yaparak secdede kaldım taş kesilerek… Taşın başıma sardığı bunca derdi sarık figürü yapıp mezar taşımı süslemem gerek… Ve eskimeyen harflerle ismimi taşa kazımam gerek…
Aşka ermişim ya...
Türbeme siyah saçları çaput çaput bağlatmam gerek!
…
Hurâfelere dalmışken Taraklılı Yazar Ahi Naci’nin o güzel tanımına bağlayalım konuyu:
“Şâir, sivil bir peygamberdir!”
Mâlumdur ki: Peygamber'in vahiy kâtibi, Peygamber nurunun kalbine aksetmesiyle kendi aklına gelen fikirleri bir zaman sonra vahiy sandı. Kendini peygamber zannetti. Ve bunu ilân da etti. Haddini bilemedi.
Korkarım ki Osman Sarı gibi bir şairin hadsiz duygular yaşatan şiirlerinin kalbime yansıması; az daha bana, beni de şair sandıracak! Onda gördüğüm tevâzu, bundan böyle birçok kişide sırıtacak. Kendi üstümde bile... Alçakgönüllülük böylesine onu yükseltir ancak.
Birkaç şiirinin yorumcular tarafından okunmasının ardından Şair’in çekingen sesini dinleme fırsatını nihayet bulduk:
“Hamd, övgü Allah’a mahsustur. Birbirimizi överken dikkat edelim!”
Kendi şiirlerini okumaktan hicap eden Osman Sarı, konuşmasında Hz. Mevlâna'nın beyitlerine yer veriyordu:
“Gülü seviyorsan dikenlerini de seveceksin…
Deryayı seviyorsan dalgalarını da seveceksin…
Hayatı seviyorsan ölümü de seveceksin…
Vuslatı seviyorsan firâkı da seveceksin…”
Ve devam ediyordu Osman Sarı:
“Ayı seviyorsan geceyi de seveceksin…”
Şair yine demediği şeyleri getirdi aklıma:
Leylin/gecenin sevilmesi, karanlığın esmerliğini de sevmeyi gerektirir ki bunun için Şems'in aradan çekilmesi gerektir. Güneş, uzakları göstermez bize. Uzağımızda kalanı, göz kamaştırıcılığı ile görünmez kılan şâşaâlı bir aydınlığa sahip olan güneş, dünyaya hapseder bizi. Tuhaftır ki karanlıkla açılır görüş mesafesi… Güneşin mavi bir perdeyle gizlediği uzaktaki bir yıldız, karanlığın çökmesiyle/şemsin aradan çekilmesiyle serilir gözlerimize. Ve gündüz, hayatı; gece, ölümü simgeler. Gerçeği gözlere karanlık serer. Göz, ölümle yakîne erer...
Yön verecek yıldızımı görebilmek için işte ben bugün, akşama kadar güneşin batmasını bekledim. Vakit karanlığı gösterdiğinde şiirle yine aşka geldim. Ve bu gece Osman Sarı'nın şiirlerine bir kez daha öldüm.. ne güzel öldüm! Farklı zamanlarda yaşasak da ‘Önden Giden Atlılar’a yoldaşlık ettiğim için Allah’ı övdüm:
Elhamdülillah...
Ve gece bitiyor eyvah!
…
Ben yazarmışım(!) Ne yazmışım?..
Taş'ı yazan yazmış zaten ve ben kalemden, kâğıttan, ağıttan… Vazgeçtim yazmaktan. Şimdi Taş'ı yazmak değil de; Taş'ı işlemek geçiyor aklımdan.
Törpü, eğe, çekiç ve bıçak getirseniz… Bir atölye açsanız ve ben taş ustası olsam... taşa şekil versem... sevgi işlesem…
Ya putperestsem?
İyisi yine de yazmak, dile düşmak pahasına. Bedeli, gecenin esmerliğine uykuyu feda etmek olsa da… Ki Mevlâna gibi: ‘uykusuz kalmayı da, dile düşmeyi de göze alacaksın...'
Kendimi, kendi dilime düşererek uykusuz kalıyorum. Zira geceyi sevdim diye uykusuzluğu da seviyorum. Gece boyunca ibadet ediyorum.
Ve duyuyorum:
Fecre izin veren ezanlar haber getiriyor.
Güneş yine doğacakmış.
Vakit aydınlığa/ayrılığa vuracakmış...
Vurursa vursun! Olsun.
Karanlığın esmerliğine ermek için/karanlığı görmek için gözlerimi kapatırım. Kendi karanlığımda seyrederim yıldızımı. Yeniden içime taşırım uzağımı! Kendim dışarıda kalsam da... karda kışta donsam da…
‘Ölmeden ölmeyi’ denerim hayatın/gündüzün ortasında…
Ve güç kalmıyor göz kapağımda:
Merhaba rûya!
#