Manzara Ol-mak
Dinlediğimiz bir konferansın, halk üzerindeki tesirini konuşurken bir arkadaşım atılarak: “Artık dinlediklerim değil, olayların içerisinde bir şeyleri görebilmek beni asıl etkiliyor” dedi.
Okumanın (kitap vs.) ve dinlemenin (ders vs.) dışında üçüncü bir yoldan bahsediyordu. Kendisini yakından tanıyor olmam; bu sözlerini, okumanın tembelliğine yahut dinlemenin tahammülsüzlüğüne yormamı uzak tutmaktaydı. Öyleyse ilk ikisine, üçüncüyü tercih edilebilir kılan şey neydi?
Okumak da anlatılanları dinlemek de kişide bir nazariyat oluşturmakla beraber, bunun amele tatbikinin çoğunlukla uzak “düş”mesi, kişiyi hayatın dışına çıkarıyor, onu hayata dâhil etmiyor, düşürmüyor.
Faydanın (faydacılığın değil) neresinde olduğunu, yerini-yurdunu (mevki’) görmeye çalışırken kaybolduğunu, kendisinin bütün bu okumaların-dinlemelerin içerisinde silindiğini ve daha çok silindiğini fark eden insan, olayların (vak’a) cereyanında bir şeyleri aramaya yöneliyor.
Olayların içerisinde bir şeyleri aramak; olayların gelişimini izlemek, izini (eser) sürmek anlamına gelebilir. Mesela haritanın elinde olması, dünyanın bilinmeyen yerlerini keşfettiğin anlamına gelmiyor. Evde, masanın üstünde bütün ölçekleri yazıp; dağları, ovaları, denizleri, şelaleleri ve çölleri parmağınla gösterip koordinatlarını, enlem-boylam hesaplarıyla tespit edebilir insan.
Ama yollara düşmek, gördüklerimiz üzerinden haritayı yeniden okumak, ya gerçeklik...
İnsan bu noktada, manzaraya yabancı bir nazarla bakamaz, aksine akraba bir nazarla yaklaşır, kendine manzarada bir yer arar ve oraya yerleşebilir hatta manzaranın kendisi de olabilir. Böylece aynada kendini seyredurur.
Bu, çift taraflı bir mutluluk, beklenen, umulan bir karşılaşma…
Haritayı elinde tutmak, manzarayı göstermediği gibi nazariyat olmadan manzaraya bakmak da boş, yahut yanlı (taklîdî) bir bakıştan öteye gitmiyor. Rotasız, pusulasız denize açılmak...
Bilmiyorum, yaşadığımız münazaraların (çekişmelerin) pek çoğu belki de buradan kaynaklanıyor.