Taraklı'da, Elvedâ Yâ Şehr-i Ramazan Diyememek (18)
Küçüklüğümde orucu büyükbaş bir hayvana benzetirdim. Büyüklerin başından, bizimse ancak kuyruğundan tutabildiğimiz, tıpkı kurban bayramlarında aile fertlerinin zor bela devirebildikleri semiz bir danaya...
Sokakta bir şeyler yerken büyüklere rast gelirsem, bayramda; tavukların, horozların ve hindilerin arasında kümeste kilitli kalacağım tehdidiyle korkutulurdum. Bu sebepten yarım gün yarım gün, tekne orucu denilen oruç, işte bizim kuyruğundan tuttuğumuz ihlaslı oruçlardı.
Ramazan davulu; biraz ürkütür, heyecanlandırır, sanırım orucun ne kadar ciddi bir ibadet olduğunu sokaklarda yankılanan güçlü sesiyle çevreye hissettirirdi. Ramazana birkaç gün kala, davulu çalacak merhum Satali Halil Amca, davulu bizim eve getirirdi. Babam, davulun derisini değiştirir, gerer, akort yapar böylece ramazan öncesi ilk davul tecrübesini bizim ev yaşardı. Satali Halil Amca da ona en iyisinden bir paket sigara hediye ederdi.
O gelenek bugün bitti. İlçe insanı, yöneticisinden, esnafına, sâkinlerine kadar buna ehemmiyet vermedi. Çocukların eline tutuşturulmuş bando davulu, bozuk düzen bir iki tıngırdadı o kadar. Davul, ne ana ritmi belirleyen tokmağa vurmayı, ne de çubukla detayları çıkarmayı bilen çocukların elinde bir oyuncağa dönüştü.
Oruç gecesi, teravihle başlar. Teravihin ilk üç gecesi, Yunuspaşa Camii'nde, Dede İsmail'den "merhaba"lar dinlerdik. Teravihten, vitr-i vâcibe geçerken okunan ilâhi şöyleydi:
Hak teâlâ, kullarına,
Lütf u ihsân eyledi,
Merhaba yâ şehr-i ramazan,
Ey mübârek merhaba.
Dede İsmail'in âmâ olmasından mıdır, yoksa ayrılığın kederinden mi, bu ilâhi özellikle ramazan'ın son üç gecesinde şöyle okunduğunda ortama daha bir hüzün katardı:
Efendimiz, ümmetine,
Lütf u ihsan eyledi,
Elvedâ yâ şehr-i gufrân,
Ey mübârek elvedâ.
O zamanlar nasıl ki orucu, başından ve kuyruğundan tutulan kurbanlık büyükbaş bir hayvana benzetmişsem merhaba ve elvedâ ilâhileri de şiirdeki kişileştirme sebebiyle ramazanı bir insan gibi düşündürürdü. Belki hep anlatılagelen Peygamber'di o.
Dede İsmail vefat edince, Hâfız Ali Saraç okudu bu ilâhiyi. O da vefât edince Taraklı'da kimse, ne "merhaba" ne de "elveda" dedi bu ramazan. Bir gelenek daha sonlandı. Tıpkı davul geleneğinin bitmesi gibi.
Bir şeye vedâ etmek, zor olsa da o şeye yeniden kavuşulacağının ümidi kişiyi teselli edebilir. Ancak bugün, bir bütün olarak ahengin kayboluşu bir teselli bulabilmeyi de pek mümkün kılmıyor.
Vedâ etmek bu kadar kolay olmamalı. "Kur'ân'dan Türkçe'ye, Türkçeden Kur'ân'a Kelimeler" başlıklı yazılarımızın on sekizincisi olacak anahtar kelime olan "vedâ"ya eğilelim.
Vedâ kelimesi, sözlükte: "Ayrılırken hayırlar dileme; ayrılık" manasına gelir. "Ayrılık mektubu"na da vedânâme denir.
Kelime Ahzâb sûresi 48. âyette şöyle geçer:
"Ve lâ tutııl kâfirîne vel munâfikîne veda’ ezâhum ve tevekkel alâllâhi, ve kefâ billâhi vekîlen"
(Kâfirlere ve münafıklara itaat etme! Onların eziyetlerine aldırma ve Allah’a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter)
Kelime aşağıdaki şairlerin mısralarında şöyle geçer:
Kaç yurda vedâ
etmedik artık bu uğurda?
Elverdi gidenler, acıyın eldeki yurda! (Mehmet Âkif)
Vuslat recâsına reh-i ‘ışka olan revân
Evvel kademde câna vedâ‘
eylesün hemân (Azmizâde Hâleti)
(Kavuşma ümidiyle aşk yoluna çıkan / Önce hemen canına vedâ etsin)
Hacc-ı ekberdür sorasan dosta kurbân olduğum
Geçmezem dildârın ‘aşkından câna olsun vedâ (Ümmi Sinan)
(Dosta kurban olmak, sorarsan en büyük hacdır / Sevgilinin aşkından vazgeçmem, canıma vedâ ederim)
Dil-ber vedâ‘
iderken nola helâlleşirse
Zîrâ bilür komaz sağ ben zârı derd ü hasret (Nevi-zâde Atâyî)
(Sevgili vedâ ederken helalleşirse bunda şaşılacak bir şey yok / Zira dert ve hasretin ağlayan beni sağ bırakmayacağını bilir)
"Kendisine bir şey emânet edilmiş olana vedî'; bir şeyi emanet olarak bırakan kimseye müstevdi; emanet olarak birine bırakılan şeye müstevda" denir. Bu kelimelerin hepsi de aynı köktendir.
Vedîa kelimesi de (çoğulu vedâyi) Türkçede zengin bir kullanıma sahiptir. "Mülkiyeti sahibinde kalmak şartıyla saklanmak, korunmak üzere bırakılan şey, emanet" manasına gelmektedir. Tanrı emânetine vedîatullah denir. Kelime Ziyâ Paşa'nın bir metninde şöyle geçer:
"Vedîatullah olan reâyâ ve berâyâya iyilik eylemek farîza-i zimmetimizdir." (Allah'ın emaneti olan tebaaya ve bu tebaanın Müslümanlarına iyilik eylemek eda edilmesi gereken bir vazifedir)
En'âm sûresi 98. âyette şöyle geçer:
Ve huvellezî enşeekum min nefsin vâhıdetin fe mustekarrun ve mustevdaun, kad fassalnâl âyâti li kavmin yefkahûne"
(O, sizi bir tek candan yaratandır. Sizin bir karar kılma yeriniz, bir de emanet bırakılma yeriniz var. Biz anlayan bir toplum için âyetleri ayrı ayrı açıklamışızdır)
Kelime, Âkif'in "Kocakarı ile Ömer" şiirinde şöyle geçer:
Raiyyetiz, ona bizler vedîatu'llâhız;
Gelip de bir aramak yok mu?
Tevfik Fikret'in mısralarında kelime şöyle geçer:
Bir şey senin değil, sana ferdâ vedîadır
Her şey vedîadır
sana ey genç unutma ki
Senden de bir hesâb arar âtî-i müştekî
(Bir şey senin değil, sana geleceğin emanetidir / Ey genç unutma ki her şey emânettir / Şikayetçi gelecek senden de bir hesap arar)
"Teslim etme, emânet etme, verme; vedâlaşma" manasındaki tevdî kelimesi de diğer kelimelerle aynı kökten gelmektedir. Kelimenin çoğulu: "Banka vb. yerlere para yatırma, para veya senet tevdî etme" manasındaki tevdîât kelimesidir.
Kelime, Şeyh Gâlib'in bir beytinde şöyle geçer:
Sünbül-i hat gibi bir bûy zuhûr eyledi âh
Ûd-ı tevdi’ midir
söyle amân nolsun bu
(Sümbül kokuları gibi bir koku ortaya çıktı / Bu koku vedalaşmanın öd ağacına benzer kokusu mudur?)
"Emanet olarak bırakılmış şeye" mevdû; "Bir bankaya faizle yatırılan paralara" ise mevdûat denmiştir.
"Bir malı saklaması için birine başka birine verme, emanet etme; emanet alma"ya da îdâ denir ki bu kelime de diğerleriyle aynı kök üzeredir.
"Uzun ayrılıklar başlarken, artık ayrılıyoruz, Allaha ısmarladık manasındaki vedâlaşma sözü"ne elvedâ deriz. Kelime, Duha sûresi 3. âyette, Peygamber'imize hitâben şöyle geçer:
"Mâ veddeake rabbuke ve mâ kalâ"
(Veda' etmedi Rabbın sana ve darılmadı)
Kelime sırasıyla, Cahit Sıtkı Tarancı ve Ziya Osman Saba'nın mısralarında şöyle geçer:
Bahar geldi mi her tasaya benden elvedâ
Ben bütün dallarda açan bütün çiçeklerim
Yaşamak bundan sonra, katlanılmaz eziyet!
Bir şey istemiyorum, ne teselli ne umut,
Hareket edeceğiz!.. Kalbim, dünyayı unut,
Dağlar, taşlar, elvedâ; gün, hakkını
helal et!"
Vedâlaşmak; tarafların bilinçle, görerek, duyarak, süreci izleyerek yaptıkları bir şey. Bugünse hayatın kaybedilen âhenginde, bir şeyler elimizden hızla kayıp gidiyor. Hız, hiçbir şeyde, kimseye, öncesiyle sonrasını takip edebilme imkânı tanımıyor.
Meselâ Taraklı'da "elvedâ yâ şehr-i ramazan" denilmemesi, ne estetik açıdan, ne de manevî açıdan bir kayıp olarak hissedilmiyor. Davulun sesi, değil yakından, uzaktan bile hoş gelmiyor.
Her şeyin mevduat hesabına tevdi edildiği bir koşturmacada, sahip çıkılması gereken vedâyi (emanetler), tevdîâtın hırsında bir bir yok oluyor.
Ayrılıktan daha acı bir duygunun olmadığını, bu mânâda ölümün dahi hafif geldiğini söyleyen şâirlerin aksine; ben ayrılığın acısından daha ziyâde olanın, bu acıyı hissedemeyecek kadar duyarsız, hissiyatsız kalabilmek olduğu kanaatindeyim.
El-vedâ yâ şehr-i
ramazan
Ey mübârek el-vedâ...
#