Mustafa Özbilge Mustafa Özbilge Dıngılım

Enkazdan Komşu-luk Çıkarmak (28)

Mustafa Özbilge'nin yeni yazısı yayında.
Yayın: Güncelleme:

16 Ağustos 1999’da Taraklı’daydım. Lise bire geçmiştim. Sıcak ve bol yıldızlı yaz gecesinde, dedemle Değirmenyanı’ndaki bahçeyi sulamaya uğraşıyorduk. Çok azdı su. Sabahtan beri Kemerköprü’nün üst yanı olan Maziraltı’dan başlayarak Kiremitlik’e, oradan Değirmenyanı’na, bütün savakları kapata kapata suyun aşağısına iniyordum. Sonra tekrar yukarı çıkıyordum. Allah’tan doncaklarda halı yıkayan kadın yoktu. Zaten su azken kadınlar, bilip de gelmezler doncağa. Su, kimsenin bahçesine akmasın artık, çünkü sabahtan beri dilimiz damağımıza yapışmıştı. Onca çabaya rağmen suyu bizim meyilli olan bahçenin üst tarafına çıkarmanın kolayı yoktu.

İşin diğer tarafı, dedem ağaçların dibine koyun gübresi dökmüştü. Bu sebepten sulama işi kesinkes olması gerekiyordu bu gece. Eski insanlar, bağ bahçe işlerinde çok hırslı oluyor. Sonra sulayıveririz demiyorlar. İllaki bu gece sulanacak bu bahçe. El feneriyle su boyunca savakları kontrol ediyordum. Kimileri suyu bahçesine bırakıp gidiyor, kimisi de kapakları çiviyle öyle sıkıştırıyordu ki kapatmak için uğraşıp duruyordum. İsterse göl olsun adamın bahçesi. Kimse kapatmazsa saatlerce su boşa akıyordu. 

İyice bunaltmışlardı beni. Kendimden büyüklerle su yüzünden kavga etmeyi dahi göze alacak haldeydim. Serde gençlik de vardı. Dedem, bu gece bahçe sulanacak diye tutturmuştu. Suyun yukarısındaki bahçe sahiplerinin, aşağıdaki bahçe sahiplerini hiç düşünmeden gelen bütün suyu istedikleri gibi bahçelerine akıtmalarından çok sıkılmıştım. Kimse kendi bölgesinin su gününe riayet etmiyordu. Oysa su, bizden tarafın sırasıydı. Kahvelerde listeler asılıydı boy boy.

Gece saat dokuz on civarıydı. Su birden bizim savakta kesildi. Dedem su boyu git bak, biri bahçesine su koyuverdi, dedi. O zaman da şimdi de pişman olduğum şu kötü işi, böyle bir sıkışmışlıkta yaptım. Şimdilerde Flamingo Yolu denen Kiremitlik’te, akşamüzeri bir hocaefendi bahçesine su motoru kurdurmuştu. Ama motor çalışmadığı için ses etmemiştim. Fakat şimdi harıl harıl çalışıyordu. Tabii bu da beni kudurtmuştu. Kanaldaki bütün suyu, bu gürültülü, iştahlı, mazotlu pancar motoru hüp diye çekiyordu. Biz de on iki saattir aşağılarda boşuna kürek çekip boğuşuyorduk. Çok sıcak ve bunaltıcı bir ağustos gecesiydi.

Baktım su motorunun başında kimse yok. Hoca muhtemelen yatsı namazı için camiye gitmişti. Motorun sahibi de etrafta görünmüyordu. Çektim ve fırlattım borularını. İki saat içinde bahçeyi suladık. Yorgun argın kendimi eve attım. Hemen uyuyakalmışım.

Yunuspaşa Çarşısı’ndaki dedemin yaptığı elli yıllık kâgir evde kalıyorduk. Tavanlar, merdivenler ahşaptı. Alt kat taş duvar, diğer iki kat da kara tuğlayla yapılmıştı. Gece korkunç bir sarsıntı ve gürültüyle uyandım. Kıyametin nasıl kopacağını depremden daha iyi biliyordum. Hatta o zamana kadar zihnimde deprem diye bir kavram yoktu. Hocaların camide kıyamet koptuğunda olacaklara dair anlattığı her şey işte gerçekleşiyordu. Kelimeyi şahadet ve tevhitlerle bağıra bağıra ikinci katın arka penceresini açtım. Bizim evin arka tarafı, öne göre alçaktır. Arkadan iki kat, önden üç katlı görünür bizim ev; çünkü Orhangazi Çarşısı’na bakan bu tarafta, yol yüksek yapılmıştır. Üç metreden atlamak mantıklı göründü bana. Fakat tam o esnada babam ensemden tutup merdivenlerden indirerek dışarı attı beni. Ben hâlâ meseleyi anlamamış, bağıra bağıra Kelimeyi Tevhit getiriyordum. Sûra üfürülmüştü işte. Her şey bitmişti. Hesap, kitap, mizan, sırat…

Gece yaptığım taze bir kötülüğü de yanımda götürecektim öte âleme. Kim bilir, o su motoru kaç saat boşuna mazot yakmıştı? Komşular, 1967 Sakarya Depremi’nden, babamsa 1976 Muradiye/Çaldıran Depremi’nden misaller verip evlere girmeyin diyorlardı. Çok korkmuş olsam da bunun kıyamet olmadığına sevinmiştim.

Bazı kavramları derste, çevrede ne kadar duysak da eğer o kavram, yaşanmışlıklarla karşılanmadıysa bilinemiyordu. Âşık olmayan aşk’ı, kaybetmeyen kaybı ne kadar bilebilirdi ki… 17 Ağustos 03.01’de meydana gelen depremi yaşamasaydım deprem kavramı da benim için henüz içi doldurulmamış bir coğrafya dersi konusu olarak kalacaktı belki de.


Dedem haricinde herkes dışarıdaydı. 1989’da bizim evin karşısına, eski evi dar geliyor diye yaptırmıştı bu yeni evini dedem. Bizse onun eski evinde oturuyorduk. “Ben evi sağlam yaptım. Bir şey olmaz” diyerek sabah namazı için camiye gidene kadar bütün yalvarmalarımıza rağmen dedem dışarı çıkmamıştı. Sonraki birkaç günde; biz çadırda, parkta sabahlarken o normal hayatına devam etmişti. Rivayet o ki ustalar, yanlış hesaplayıp bir ton fazla demir kullanmışlar dedemin binada.

Televizyon tamircisi bir abinin dükkânına kurduğu jeneratör yardımıyla depremin Gölcük ve Sakarya’yı vurduğunu öğrendik. Görüntüler çok kötüydü. Herkesin akrabası vardı buralarda. Sabah olunca iki arkadaş Feredo’nun durumunu merak ettik. Feredo ustamızdı. Yazları onun lastikçi dükkânında çalışıyorduk. Hisar Mahallesi’ndeki onun kaldığı harabe ev (sonrasında Kırmızı Fahri kaldı) yıkılmadıysa Taraklı’da hiçbir evin yıkılma ihtimali yoktu.

Feredo’nun evi yerinde duruyordu. Güç bela uyandırdık uykudan. Define merakı nedeniyle devamlı üç harflilerle irtibat kuran bizim ustaya, depremi heyecanla bildirdik. Deprem kavramı öncesinde nasıl yoktuysa bende, ustada da yoktu sanırım. Pencereden başını çıkarıp her zamanki naifliğiyle, “ben de şunları (üç harfliler) bir gönderemedim gençler, gece boyu evi sallayıp durdular diye düşündüm” dedi. Ben evine hiç girmediğim için görmedim ama arkadaş söyledi. Duvarlarında değişik değişik yazılar varmış Feredo’nun.

Belediye Garajı’ndaki dükkâna gittik. Araba yıkama yerinde, bidonlara su doldurup Adapazarı’na kamyonlarla su gönderdi Taraklılılar. Yatak, yorgan, yeme, içme vs… Zaman geçtikçe depremin büyüklüğü ortaya çıkmaktaydı. Adapazarı ve İzmit’ten gelenlerin anlattıkları dehşet vericiydi. Birkaç gün sonra da Taraklı’ya cenazeler gelmeye başlamıştı.

Dayımın damadının Geyve’deki binası çökmüştü. Günler geçmesine rağmen enkazdan bir türlü çıkarılamamıştı. Aynı şekilde eniştemin kız kardeşi, kocası ve kızı da İzmit’te enkaz altındaydılar ve umutlar tükenmek üzereydi. Enkaz kaldırma çalışmalarına katılmak için babamlar da gitmişlerdi İzmit’e.

Deprem, benim için nasıl yeni bir kavramsa enkaz da öyleydi. Enkazın ne demek olduğunu depremden önce birçok kez misafirliğe gittiğim Geyve’deki binanın enkaza dönüşmüş halini gördüğümde anlamıştım.

Bir musallada tek bir cenaze görmeye alışıktık biz, cami avlusunda yan yana üç dört cenazeyi görmenin şaşkınlığı içindeydim şimdi. Akrabaların, komşuların cenazeleri, ilçeye günler sonra peş peşe gelmişti. Bütün yüzlerde keder, bütün yüzlerde acı…

Çarşıda dolaşırken hoca efendi beni gördü ve yanına çağırdı. Boruları benim çektiğimi bilmesinin ihtimali var mıydı? Korka korka yaklaştım yanına. Kabahatlisin, dedi. Başka da bir şey demedi. Çok utandım. Kola şişesine iki buçuk litre mazot doldurup su motorunun sahibi abiye kendi elimle götürdüm. O da beni biliyormuş ki “Keşke boruları çekeceğine motoru kapasaydın” dedi. Yine utandım.

12 Kasım 1999, saat 18.57’de Düzce Depremi oldu. Yemekteydik. Masanın yanında, yaşam üçgeninde bekledim. Deprem olduğunu artık biliyordum. Bugüne dek birçok deprem gördük ülkece Bingöl, Van, Elazığ, İzmir ve en son Kahramanmaraş… Türkiye, birinci dereceden geniş bir deprem bölgesine sahipmiş.

Bir önceki yazıda da bahsettiğim gibi Kahramanmaraş Depremi’nde bilgisayarın başında uyanıktım. Tam da 2011 Van Deprem’i üzerine yazılmış bir makaleden alıntı yapıyordum. Sallanmaya başladık. Bulunduğum Patnos’ta memurlar, genel olarak apartman ve apartlarda kalmayı tercih ederler. Ben iki katlı, bahçeli bir evde kalıyorum. Alt katta ev sahibim oturur. Deprem olduktan sonra alt kattakiler de uyandı. Bir koşuşturma bir telaş…

Binanın dış kapısı kapandı hızlıca. Acaba ev sahibim, bir yakınından haber mi aldı diyerek aşağı indim. Doğruydu, Nurdağı’nda, akrabalarının bulunduğu bina çökmüştü. Apar topar birkaç araba, köyden ve diğer şehirlerden akrabalarıyla bölgeye doğru yola çıkmışlardı. Zorlu bir yolculuktan sonra, yolun bittiği yerde, on iki on üç kilometre yürüyerek Nurdağı’na, enkazın başına varabilmişler. Kalabalık akraba ekibi, tırnaklarıyla kaza kaza, yeri gelip keserle demiri kese kese yakınlarını çıkarmışlardı.

Beş cenaze, bir sağ…

Çocukken Yunuspaşa Camii’nde gördüğüm sıra sıra cenazelere şimdi de Patnos’ta şahit oluyorum. Ağıtlar dualara, dualar ağıtlara karışıyor mezarlıkta. Hepsi de deprem, hepsi de enkaz, hepsi de ölümle gelen ayrılık… yirmi dört yıl aradan sonra yakından gördüğüm aynı manzara.

Her enkazda bir tenakuz var, bu bir zıtlık. Birbiriyle çelişen, birbiriyle zıt düşen durumları, enkazın içerisinde bulunduğumuz şu günlerde göremezsek gelecekte bu büyük acıları yaşamaya milletçe devam edeceğiz. Öyleyse bize düşen, şehir hayatı namına hakkımızda verilmiş yanlış kararları nakzetmek yani bozmaktır. Önümüzdeki tenakuzları yani çelişkileri ciddiye almak ve onlara karşı tutarlı bir tavrı gösterebilmek zorundayız. Bu, hem bizim hem de bizden sonraki nesillerimiz için büyük bir sorumluluk imtihanıdır. Sorumluluk imtihanından kalan, sınıfta kalır.


Kur’ân’dan Türkçeye, Türkçeden Kur’ân’a Kelimeler, başlıklı yazılarımızın yirmi sekizincisi olacak kelime enkaz. Her zaman olduğu gibi ikinci bölümde on dört, on beş kadar kelimenin sözlüklerden tanımlarını vereceğiz. Kelimelerin Kur’an’da nasıl geçtiğini muhtelif ayetlerle gösterip Türk şiiri ve metinler üzerinden kelimeleri misallerle örneklendireceğiz. Son bölümde ise birinci ve ikinci bölümde temas ettiğimiz noktaları kendi düşünce zaviyemizden yorumlama gayreti göstereceğiz.

Enkaz kelimesi, Serdar Mutçalı’nın sözlüğüne baktığımızda “bir şeyi bozmak, binayı yıkmak, bir şeyi geri almak, yapmaktan vazgeçmek, sözleşmeyi çiğnemek, bir şeyi, hükmü iptal etmek” manalarına gelen Arapça “nekada” kökünden gelmektedir.

Kubbealtı, enkaz için: “Yıkılan bir şeyin kalıntısı, yıkıntı” diyor. Enkazcı ise “yıkılan binâların enkāzını alıp satmayı meslek edinmiş kimse, yıkıcı”dır.

Muallim Naci ve Mehmet Akif Ersoy’un mısralarında kelime şöyle geçer:

Şimdi enkāz içinde pinhandır
Nazarımdan sakındığım cânan
(Bakışımdan sakladığım sevgili; şimdi enkaz içinde gizlidir).

Meriç’le Tunca’nın üstünde gördüğün kümeler
Nedir bilir misin? Enkâz-ı târumâr-ı beşer!

(Meriç’le Tunca’nın üstünde gördüğün kümeler; nedir bilir misin, insanoğlunun darmadağınık enkazıdır).

“Bozma, çözme; bir sözleşmeyi yok sayma” manasındaki nakz ve birleşik fiil olarak kullanılan “Bozmak; (yargıtay) bir mahkemenin karârını eksik veya yerinde bulmayıp geri çevirmek” manasındaki nakzetmek kelimeleri de aynı kök üzeredir.

Bakara suresi 27. ayette kelime şöyle geçer:

“Ellezîne yenkudûne ‘ahdallâhi min ba’di mîsâkihi veyakta’ûne mâ emerallâhu bihi en yûsale veyufsidûne fi-l-ardi ulâ-ike humu-lhâsirûn”

(Onlar ki, söz verip bağlandıktan sonra Allah'a verdikleri sözü bozarlar, Allah'ın, birleştirmesini emrettiği şeyi (iman ve akrabalık bağlarını) keserler ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar; işte ziyana uğrayanlar onlardır)

Kelime, Ahmedî’nin bir beytinde şöyle geçer:

Nakz itme Elest ahdin kim
Şart-ı îmân-durur vefâ-yı ukûd
(Ruhlar âleminde Allah’a verdiğin sözü bozma; antlaşmaya, akideye vefa, imanın şartıdır).

Nâkız, “bozan, nakzeden” nakîz “birbirine zıt ve karşı olan, zıt, karşıt” anlamına gelir. Nakîza ise “birbiriyle çelişen, birbirine karşıt olan şey veya iş” demektir.

Bu kelimelerle aynı kök üzere olan bir kelime, Maide Suresi 13. ayette, şöyle geçer:

“Febimâ nakdihim mîsâkahum le’annâhum vece’alnâ kulûbehum kâsiyeh yuharrifûne-lkelime ‘an mevâdi’ihi venesû hazzan mimmâ zukkirû bih velâ tezâlu tettali’u ‘alâ hâ-inetin minhum illâ kalîlen minhum fa’fu ‘anhum vasfah innallâhe yuhibbu-lmuhsinîn”

(Sözlerini bozdukları için onları la'netledik ve kalblerini katılaştırdık. Kelimeleri yerlerinden kaydırıyorlar. Kendilerine öğütlenen şeyden pay almayı unuttular. İçlerinden pek azı hariç, daima onlardan hainlik görürsün. Yine de onları affet, aldırma, çünkü Allah güzel davrananları sever).

Kelime Fuzûlî’nin bir beytinde şöyle geçer:

Devranla ben nakîz-siyerim
Devr ehlinden meğerki gayrım
(Ben dünya ile zıt yoldayım; fakat zamanın adamlarından başkayım).

Nekâiz kelimesi, nakîzanın çoğul şeklidir. “Birbirine zıt olan, birbiriyle çelişen şeyler” demektir.

Kelime, Ahmedî’nin bir beytinde şöyle geçer:

Onun zâtı nekāizden münezzeh
Onun vasfı nekāisten müberrâ
(Onun zatı birbiriyle çelişen şeylerden uzak; onun vasfı eksikliklerden arınmıştır).

Mustafa Nihat Özön’ün sözlüğü, nakîzeyn için “Birbirine karşıt iki şey” diyerek kelimeye Namık Kemal’den şu misali veriyor:

Nakîzeyni birbirine illet ve malul tutmak kadar bedihi-yül butlandır.”
(Birbirine karşıt iki şeyi, sebep ve sonuç tutmak kadar açık bir temelsizliktir).

Nakzıyyât “zıtlıklardemektir.

Bu kelimeyle aynı kök üzere olan bir kelime de İnşirah Suresi 3. ayette şöyle geçer:

“Ellezî enkada zahrak”
(Ki o, ağırlığından sırtını çatırdatmıştı)!

Diyarbakırlı Lebîb’in bir beytinde kelime şöyle geçer:
 
Vast-ı ʿâdîdir sipihrin devri nakzıyyâta hep
Aldıgı düşnâm-ı nâ-maʿdûd-ı dellâliyyedir
(Feleğin devri bayağı bir vasıtadır zıtlıklara hep; aldığı tellal ücreti olan sövüp saymadır).

İntikaz kelimesi de aynı kök üzeredir. Bozulma, çözülme; battal edilme” manalarına gelir. Mütenakız ise “birbirine zıt ve ters düşen, birbiriyle çelişen, çelişik; iki sözü birbirine uymayan, çelişkili söz söyleyen kimse manasına gelir. 

Vâlâ Nûreddin’in bir cümlesini misal verir Kubbeaaltı:

“Yalnız Kıbrıs dâvâsındaki, en hafif tâbiriyle mütenâkız tavırları, İngiliz siyâsetinden beynelmilel bir endîşe duyulması için kâfidir.”

Menkuz kelimesi, ”nakzedilmiş, bozulmuş” demek. Münâkaza “sözün birbirini tutmaması, bir önceki sözün aksi söz”dür. Münâkız da “birbirini tutmayan, karşıt olan” manasına gelir.

Bu kelimelerle aynı kök üzere olan bir kelime de Nahl Suresi 92. ayette şöyle geçer:

“Velâ tekûnû kelletî nekadat gazlehâ min ba’di kuvvetin enkâsen tettehizûne eymânekum dehalen beynekum en tekûne ummetun hiye erbâ min ummetin innemâ yeblûkumullâhu bihi veleyubeyyinenne lekum yevme-lkiyâmeti mâ kuntum fîhi tahtelifûn”

(Bir topluluk, diğer bir topluluktan (sayıca ve malca) daha çok olduğu için, yeminlerinizi aranızda bozucu bir vasıta yaparak, ipliğini kuvvetli büktükten sonra çözen kadın gibi olmayın! Çünkü Allah, sizi bununla dener. Hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyleri kıyamet günü size açıklayacaktır).

Namık Kemal’in bir cümlesinde kelime şöyle geçer:

Tabiat-ı edebiyesinin kadrine münakız değildir. (Edebi zevkin gücüne karşıt değildi).

“Yıkıntı” anlamındaki enkaz kelimesiyle “çelişki” anlamındaki tenakuz kelimesi arasında kuracağımız ilişki önemlidir. Bir şeyin zıddı, karşısında olan şeyin varlığının yerine geçmek ister. Soğuk sıcağın, gece gündüzün, kötü iyinin, zulüm adaletin… Bunu yapabilmek için de yapıyı çözmesi yani nakzetmesi gerekir.

Bir şeyi bozmak’ta ihlal vardır. Karşı taraf, hamle yapacağı şeyin bozulmadan önceki durumuna, onun varlığının temel özelliklerine doğru bir müdahalede bulunur. Onun ilk haline, orijinaline halel getirilince o şey artık bozulmuş olur. Sınırlarından içeri girmeden karşındakine nüfuz edemezsin. Bozulma bir kez baş gösterince o şey, o şey olmaktan çıkar. İsim zayıflar, sıfat güçlenir. Birkaç gün dışarda kalmış kuru fasulye, kuru fasulye olmaktan çıkar ve bozulmuş kuru fasulye olur. Burada baskın olan artık bozulmuş sıfatıdır. Hatta kuru fasulye ismi hepten değerini kaybeder, anılmaya bile layık görülmeyen bozuk yemek olur.


Bir binayı ayakta tutan birçok unsur vardır. Kiriş, kolon, döşeme, temel, zemin vs… Bu yapı birimlerine, bu isimleri vermemizi sağlayan özelikler menkuz olursa yani bozulursa artık kirişe kiriş, kolona kolon diyemeyiz. Mesela kolonda uygun demiri, uygun betonu kullanmadıysak kolon diye isimlendirdiğimiz şeyde bir tenakuz, çelişki oluşur.

Eğilmeye dayanıklı bir strüktür olması gereken kirişler, kolonda olduğu gibi kirişi kiriş yapan malzemelerden eksiltildiğinde, kiriş artık kendisinden beklenen özelliği gösteremez. Böylece ona artık kiriş denebilir mi? Burada yine bir tenakuz oluşur. İşte kiriş, kiriş olmaktan; kolon, kolon olmaktan; temel, temel olmaktan çıkar ve bina bir zaman sonra deprem ve benzeri faktörlerle enkaza dönüşür.

Bu ve benzer elemanların bir araya gelmesinden bina oluşur. Binayı bina yapan öğelerden birinin, kendisini o kılan özelliğinin sıhhatsiz olmasının, kendi içerisindeki çelişkisi; tenakuzu, enkazla sonuçlandırır. Yine bu unsurlardan bir tanesini, mesela kolonu, dekorasyon için yahut mağazayı genişletmek için kestiğimizde, o şeye bina demek noktasında da yine tenakuz gerçekleşir. Binaya bu şekliyle bina diyemeyiz, çünkü bir münakaza yani sözün birbirini tutmadığı çelişik bir durum açığa çıkar. Bina bozulur, çözülür yani intikaza uğrar, battal olur. Netice enkazdır.

Yumuşak, doldurulmuş bir zemine çok katlı binaların dikilmesi, binanın ayakta durma özelliğiyle mütenakız yani çelişiktir. Buna izin vermek de kanunla yani sözle çelişkiye düşmektir ki yine mütenakızdır. Bu nakîza yani birbiriyle çelişkiye düşen iş, tamamen nâkiz, bozucu bir iştir ki sonucunda bina nakzolur, çöker ve biz enkaz altında kalırız.

Barış, savaşın zıddıdır. Devletler, başka devletlerle savaşır. Sonra da barışır. Vatandaş ise kanunsuz bir iş yaptığında ya cezalandırılır ya affedilir. Vatandaşın suçlu olduğu bir vasatta, devlet, gel barışalım diyemez. Seni affettim der. Büyük küçüğü affeder. Devletle barış ifadesi, liberal bir aparmadır. Vatandaş, devlet statüsünde olmadığı için devletle bazen ters düşüp çatışsa da savaşamaz. Dolayısıyla devletin vatandaşla barış yapması söz konusu değildir. İmar barışı ifadesi de hatalıdır.


İmar affı; imar yasalarına, yönetmeliklerine, mevzuata, ruhsata aykırı yapılara verilecek yapı kayıt belgesiyle kaçak yapılara resmi olarak izin verilmesidir. Kanun, beş kata kadar izin verirken vatandaş sekiz kat çıktıysa devlet vatandaşıyla barışamaz. Peki, vatandaşını yaptığı kanunsuzluk ve kaçak iş nedeniyle affedebilir mi? Affedebilir; ancak yukarıdaki gibi tenakuz, çelişki ortaya çıkar.

Şehir planlayıcıları, mimarlar, mühendisler, jeologlar, üniversite hocaları; nerede, nasıl bir bina yapılması gerektiğinin kararını bilirkişi sıfatıyla belediyelere beyan ederken bu beyanlar kanuna dönüşmüşken bütün bu bilimsel bilgiyi nakzedecek, bozacak bir uygulama, verilen beyanla pratik karar arasında tutarsızlık, münakaza doğurur. Bu tenakuz yapılar, depremlerde yıkılır, hatta deprem olmadığı zamanlarda dahi ansızın enkaza dönüşüverirler.

Hasan Kaçan’ın oynadığı reklam filmine bakarsak “devletten vatandaşa uzatılan şefkat eli” olarak tavsif edilen imar barışı, yukarıdaki mantıkla şefkat olamaz. Zaten şefkat kelimesinde “korumak” manası vardır. Affa uğramış kaçak binalar, insanı ne korur ne de ona şefkat eder. Ömer Nasuhi Bilmen “Şefkat: Temiz, saf kalplerin bir hassasıdır. Müslümanlıkta Allah Tealâ’nın emirlerine tâzim, mahlûkātına şefkat büyük bir esastır.” der. Biz yaratılmışlara şefkat göstermeliyiz, fakat yaratılmış olanlar, hırslarına yenik düşüp üçü beş, beşi sekiz yapma derdine düşerse kanunun şefkati, koruyuculuğu tenakuzla değil, kanunu net bir şekilde icra etmekle gerçekleşir.

Devlet, usule uygun hareket eder. Vatandaşsa usulsüz. Her defasında ortaya koyulan müeyyidelerle devletin vatandaşlarına nizamını hatırlatması, sert ve soğuk bir tavır gibi gelse de kural, kaide budur. Kaide, bir şeyin üzerine oturduğu taban, dayanak yeri, mesnettir. Kaidede bir kez tenakuz belirirse nakziyyatın, zıtlıkların sonu gelmez. Birbirine zıt yani nakîz olanlar, sonunda yıkıcı bir etki bırakır. Az ya da çok bir sarsıntı yaşadığımızda kendimizi enkazın şefkatsiz yığını altında buluruz.

Adalet, sınırları belirler; hem de bunu, sınırlarda herhangi bir tenakuza yer vermeksizin yapar. Hukuk, toplumun yaşayışını hak üzere düzenler, para-politika üzerinden değil. Şu an dünyada sınırları çiğneyen, sınırlara tecavüz eden, had ve hududu aşan yegâne iktidar, kapitalizmdir. Onun finans-kapital ayağında, bütün ülkelerde dolaşan, birçok yıkıcı gücü vardır. Dizginlenmedikçe saldırılarını çeşitli sektörler, politik figürlerle gerçekleştiren bu iktidar, dünyanın herhangi bir yerinde kendisine direnen nokta gördüğünde, Amerika üzerinden her türlü emperyalist enstrümanı devreye sokar.

Milletin itidalini, nakzeden en büyük tehlike, paranın bir kıymet ölçüsü olarak iktidarlaşmasıdır. İnandığımız Kâdir-i mutlak varlık, üstünlüğün ancak takvada olduğunu söylerken biz yeni bir üstünlük kıstası belirleyip başımızı sokacağımız huzur yuvası evler aramamız gerekirken inşaat sektörünün ve onun politik payandalarının oyuncağı olmamalıyız.

Müstakil evleri, mahalleleri, komşuluğu her ne pahasına olursa olsun inşa etmeliyiz. 99 Depremi’nde Tavşancıl örnek gösterilirken şimdi Erzin’e dikkat çekiliyor. Ben kendi ilçem Taraklı’yı misal veriyorum. Adapazarı’nın yerle bir olduğu, Geyve’de binaların yıkıldığı 17 Ağustos’ta Taraklı’nın burnu bile kanamadı. Bunu sadece zeminle ve Taraklı’nın merkeze olan uzaklığıyla açıklayamayız. Tek ve iki katlı müstakil evleriyle sivil mimaride Taraklı örnektir. Depremde müstakil evlerin de yıkıldığını söyleyenlere, son dönemde köylerin terk edilmişliğine, müstakil evlerin bakımsızlığına dikkatle bakmalarını isterim. Tabii belli bir tarihten sonra Taraklı’nın tarihi yapısına uygun olmayan müteahhit işi binalar dikildi. Onların ne kadar sıhhatli olduğunu zaman gösterecek.

Bugün bedenlerimizin enkaz altında kalmasından daha tehlikeli olanı var. Millet, tırnaklarıyla enkazı kaldırıp kardeşlerini ölü ya da diri dışarıya çıkardı, çıkarıyor. İnsanlar, bu büyük meşakkate, millet olmanın kendilerine sunduğu kıymetle dayanıyor. Fakat ruhumuzu ezip çatırdatan, en yakınlarımızı tanıyamaz hale getiren, bizi millet olma vasfından çıkaran enkazın altından nasıl çıkacağız?

Resûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et.” Bunun üzerine birisi, “Ey Allah"ın Resûlü! Eğer mazlum ise yardım ederim, ancak zalimse ona nasıl yardım edeceğim?” dedi. Resûlullah buyurdu ki, “Onu zulümden uzaklaştırırsın veya onun zulmüne engel olursun. İşte bu ona yapacağın yardımdır.”

Not: Üzerimizde hakkı olan İzzettin Kömürcü'nün annesi, komşumuz Atike teyzeye Allah'tan rahmet diliyorum.

#enkaz #tenakuz #mustakil #deprem #tarakli #

Yorumunuzu Ekleyin

Adı-Soyad
E-Posta
Yorum
İşlemin Sonucu
  • Yorumlar T.C. Yasalarına aykırı olamaz.
  • Hakaret içeren yorumlar, yayınlanmasa bile yasal mercilere iletilebilir
  • KVKK Kapsamında, bilgileriniz, yasal merciler hariç kimseyle paylaşılmaz.
  • Formda doldurduğunuz bilgiler ve IP adresiniz sisteme kaydedilir.
  • Yorumunuz onaylanıp yayınlandığında, sadece yorum, isim ve yorum tarih saati gösterilir.

YAZARIN SON YAZILARI

Yemen Dalgası

Yemen Dalgası

Mustafa Özbilge'nin yeni şiiri yayında...
Üçyüzaltmış Derece Halk

Üçyüzaltmış Derece Halk

Mustafa Özbilge'nin yeni şiiri yayında...
Meymenetsiz Ticaret, Maymunlaşan Siyaset (52)

Meymenetsiz Ticaret, Maymunlaşan Siyaset (52)

Mustafa Özbilge'nin yeni yazısı yayında...
Yok!

Yok!

Mustafa Özbilge'nin yeni şiiri yayında...
Ya Dış Mihrak Dedikleri İçleriyse (51)

Ya Dış Mihrak Dedikleri İçleriyse (51)

Mustafa Özbilge'nin yeni yazısı yayında...
Acılarımız Hafifledi

Acılarımız Hafifledi

Mustafa Özbilge'nin yeni şiiri yayında...

GENEL BİLGİLER

Taraklı

Taraklı

Taraklı Nerede, Taraklı'nın tarihi ve coğrafi özellikleri
Taraklı Otobüs Saatleri

Taraklı Otobüs Saatleri

Ağustos 2023 Güncel Taraklı - Sakarya Otobüs Kalkış Saatleri, Taraklı Otobüs Saatler 2021, Taraklı Otobüs Tarifesi, Taraklı Sakarya ilk otobüs ne zaman? Taraklı - Sakarya Son Otobüs Ne zaman? Sakarya Taraklı İlk Otobüs Ne Zaman, Sakarya Taraklı Otobüs Saatleri, Taraklı Koop Otobüs Saatleri
Taraklı'da Gezilecek Yerler

Taraklı'da Gezilecek Yerler

Taraklı'ya geldiğinizde gezilecek yerler neresidir? Taraklı'nın en popüler gezilecek yerleri yazımızda.
Taraklı Termal Turizmi

Taraklı Termal Turizmi

Taraklı'da termal turizmi, Türkiye'deki belli başlı noktalardan biri haline gelmiştir.