Mustafa Özbilge
Dıngılım
Panayır
Yayın:
Güncelleme:
Panayır, beldelerin karnavala dönüşümü. Yaldızlı bir zamanı, senenin muayyen bir gününde yaşatmanın endişesi...
Ticaret, eğlenceyi besler. Eğlence ticaretin şımarık çocuğu… alım satım ile kahkahalar arasında bir köprü olup, serilir sakinlerinin ayakları altına belde.
Kendini, sadece sakinlerinin ayaklarına mı koyuverir belde? Tabii ki hayır! Harman sonu, köylünün hem ‘satu bâzar’ (alım-satım), hem de şenlik ihtiyacını kucaklayacak heyecanı taşır.
Buğday, zarar ziyan, varsın karşı dağın eteklerindeki köyde karar kılsın. Gözleri, ışıkta daha çok parlayan kimdir şimdi? Panayır, davetiyesiz bir sözleşmenin, şifahi tarihidir köylünün gözlerinde.
Ertelenen emellerin gerçekleşeceği umudu, bir mum olup panayır meşalesinde tutuşturulmayı beklerken, sanki kutsal vazifesinin bilincini, isminin binlerce yıllık mazisinden bugünlere taşımak istemektedir panayır.
Taşıyan ve taşıtanların (insanın) ortak pazarında süren üç günlük seferi bir uğraktır. Bankaların sevmediği bir uğrak. Patronların sevmediği, post makinelerinin çalışmadığı, liberalleşmeye ve AB standartlarına ters, kredi kartlarının geçersiz olduğu bir uğrak.
Panayır, kendiliğinden açılıp kapanan kelebek kapılı mağazaların paravanlarından buyur etmez kimseyi. “Gel” der. “Allah canımı alsın bu leğenler çatlamaz” fişini kaybettiğinde, modern mağazaların değiştirmediği elbise için: “Al teyzeciğim, eve götür, dene; yarın da buradayız, olmazsa getirirsin!” der.
Ticarette karşılıklı oluşturulmuş bu emniyet, asırlarca süzülmüş halkın irfanından neşet edip, birbirine olan itimadın doruk noktasını hâlâ yaşanabilir kılmaktadır.
Centre’ların hoşlanmadığı bir üsluptur bu. Çünkü büyük yalanın kapitalist dinozorları, şişik göbeklerindeki haram yağı, tahta tezgahların ardında bulamazlar. Orada bulsa bulsa… Sonbaharın ayazında, sırtında battaniyesiyle, sönmek üzere olan bir közde, ellerini ısıtan panayırcıyı bulurlar.
O ellerin, boğazını sıkacağı korkusu hakimdir rahat döşeklerinde efendilerin. Pazarcı, tezgahın altında uyur çünkü. Donuklamış ayaklarının rahatsızlıyla… alnına damlayan yağmurun, günahkarları korkutan duruluğuyla.
Hisar, her şeyin apaçık göründüğü tahkim bir kaledir taşları namussuzlar tarafından çalınmış olsa da… Ben, buradan baktığımda, her sene daha çok kan kaybettiğini anlayabiliyorum panayırın. En çok da Romen kızların, zar atan parmaklarındaki talihsiz sayıdan…hepyek…
Ukaz Panayırı*nın hesabını, halkacılardan soracağımı, kafamdaki sarığa bakarak da festival kültürüne veryansın edeceğimi bekleyen Kapitalist dinozorlar, avuçlarını yalarlar ancak!
Çünkü Peygamberlerden mustazafların** değil; müstekbirlerin***, Kârunların, Şeytanların taşlanmasını öğrendik. Musa, Firavun’u dıngılttı; mustazaf yığınlara ise kılavuzluk etti.
Hisar’dan, Şeytan’a doğru fırlatacağım taştan yoksun olabilirim şimdilik; veyahut Sarıkız’ın onkolojik (kanser) bir vakaya dönüşmesine müdahale edemeyebilirim; ancak umudun ışığı, minik bir Romen çocuğun, yıldızlı bir gecede, halka tablasında uyurken, saçlarına yağan çiğ tanesi kadar pırıltılar saçıyor her daim zihnimde.
*Ukaz Panayırı: Cahiliye döneminde Mekke’de kurulan Mekkeliler için ticari ve kültürel önemi büyük olan bir panayır.
**Mustazaf: Ezilmiş, zaafa uğratılmış, sömürülen kimseler.
***Müstekbir: Kibirlenen, büyüklenen, zalim, zorba kimseler. #